Rana Değirmenci
ranadegirmenci@hotmail.com
MEKTUP
24/10/2013 Bugün yazacağım mektubumda, sizlerle
yüreğimin sevincini paylaşacağım… Haberleşme ve
iletişim çağını yakalayabilen orta kuşağın bir üyesiyim ben de. Babalarımız ve
dedelerimiz kullandıkları birçok haberleşme aracından sonra, en nihayetinde
“mektup”la haberleşir oldular. Hatta, mektup yazmak dahi bir sanattı, bir
zamanlar. Mektup yalnızca devlet adamları, askerler, sanatçılar ve
edebiyatçılar arasında değil; günlük hayatın yükünü sırtlanmış bireyler
arasında da ustalık, zarafet taşıyan güçlü ve itibarlı bir iletişim aracı idi.
Üstelik, yazılan her mektup, sadece, dil ve zevk ustalığının birer belgesi
olarak kaleme alınmaz; aynı zamanda “iktidarın”, “ dile ve söze vakıf olmanın”,
“insana ve edebe değer vermenin”, “özü sözü doğru, yürekli olmanın”, “patent
olmanın” imzalı, mühürlü, tartışmasız birer vesikası olacağının bilinci, sorumluluğu
ile “yazıcıları” tarafından özenle oluşturulurdu. Biz orta
yaşlılar, “mektup” devrine ucundan kıyısından ulaşanlardanız. Çocukluğumuzda ve
ilk gençliğimizde onlarca mektup, yüzlerce kart attık sevdiklerimize. Özenle
yazdığımız ve hazırladığımız mektupları, kartları sevgimizin ve ilgimizin bir
nişanesi, yüreğimizden kopan bir parça olarak sunduk değer verdiklerimize. Haberleşmenin,
bilgi vermenin, haber ve bilgi almanın “fetva, ferman, varak, mektup(name)”
silsilesini izledikten sonra, iradî bir kararla Batı’ya yüzümüzü dönerek
“gazete”yle tanışmamızsa; şükür ki, dedelerimizin dahi görebildiği önemli bir
nimetti. Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu” adlı romanı tefrika halinde yayınlanmasaydı;
ülkenin yüzde doksanı bu şaheserden haberdar olamayacaktı. Gazete, kendisine
özel saltanat kulvarında gelişedursun; telgraf ve telefon da ses ve yazının
hızlı iletişiminde çoktan yerini alacaktı, sosyal hayatımızda. Telgraf, telefon
ve mektup kişisel haberleşmenin birer güçlü aracı iken; gazete toplumsal
haberleşmenin, gelişmenin ve bütünleşmenin tartışmasız öncüsü oldu. Telgrafla, çok
daha acil ve özet haberleşmemizi ulaştırabildik, şehirler ya da ülkeler
arasında. “Telgrafın
tellerine kuşlar mı konar İnsan sevdiğine
böyle mi yanar” dahi dedik;
hasret ve muhabbetle… Fakat, mektup yine de, zarafet, asalet ve gücünü devam
ettirdi nesiller boyu. Evimize telefon girdiğinde bayram etmiştik. Daha
evlerimize telefon girmemişken; bir mahalle bakkalımızda, bir de nahiye
postanesinde telefonumuz vardı. O da biricik, çevirmeli telefondu. Şehir dışına
telefon etmek istediğimizde, santrale bağlanacağımız telefonu yazdırır; sonra
saatlerce telefonun zilinin çalmasını beklerdik. Hele ki, çok uzak diyarlarda
“hasret duyduğumuz”dan bir telefon geldiği müjdesini alabildiğimizde mahalle
bakkalımızdan; o telaş içinde, sevinsek mi üzülsek mi bilemezdik, ilk anda.
Sonra, her evde telefon oldu. Telefonla konuşmak büyük bir keyif ve büyük bir
törendi… Bilmem ki hangi
vakit, telefonun yanı başına “sihirli kutuları” yerleştirdik; üstüne örteceğimiz
dantelli örtüleri unutmadan. Yine her mahallede; ya zengin bir esnafın, ya köy
muhtarının ya da bir Alamancı’nın evinde tanıştık, paket yayın yapan
siyah-beyaz televizyonla… İstiklal Marşı ile açılıp da İstiklal Marşı ile
kapanan paket programlarda “Küçük Ev”le tanıştık, diziyi seyrederken ev
sahibinin en az otuz kişiye sunduğu demli çayların içildiği daracık
evlerimizde. Evlerimiz küçük olsa da, yüreklerimiz büyüktü… Artık, çok
mutluyduk; telefonumuz, televizyonumuz, mektubumuz ve gazetemiz vardı. Hatta,
gazete yanında kitabımız, dergimiz ve mecmuamız da evlerde yerini aldı…
Evlerimiz, gönüllerimiz ve yüreklerimiz şenlenmişti. Her eve mutlaka
bir gazete girerdi. Gazete bizlere siyasetten, futbola; sağlıktan modaya;
bilimden sanata; edebiyattan sosyal olaylara kadar birçok konuda hem haber
verir, hem de bilgi sunardı. Birçok gazete bize kampanyaları ile kütüphane
kurdurdu; birçoğumuzu sıkı okuyucu yaptı. Her okuyucunun tiryakisi olduğu
köşesi vardı, beğenisine göre: Gönül Abla, Spor Sayfası, Tefrika Romanlar,
Bulmaca Sayfası, Cemiyet Haberleri… Bir zaman sonra
gazeteler, birleşmenin değil de ayrışmanın sebebi gibi görünmeye başladılar.
(Asıl sebep; “beğeni ve tercih geliştiren”, “haberi, bilgiyi, dünyayı tanıyan”
insanların, bireylerin bilinçlenmesi idi, tabii ki… Biraz da; onlarca yıl
soluksuz koşan bütün bir halk, bu baş döndürücü gelişmelerle hem mutlu idiler,
hem de koşuda yürekleri yorulmaya başlamıştı, sanırım… Fakat, yine de; her
vakit olduğu gibi, tüm adımların ve arzuların tek ölçüsü yürekti… ) “Hem kendi
köşemizi hem de gazetemizi seçeriz”, anlayışını okuyucular da yazıcılar da
renkli ve prestijli buldular, başlarda… Ama giderek, gazetelerdeki okuyucuların
azalmasının gerçek sebeplerini kimseler bulamaz, anlayamaz oldu. Oysa ki, çok basitti
sebebi; gazeteler bir milleti ve bir toplumu bir arada tutan, birleştiren;
“objektif, tarafsız ve ilkeli olma”, “bilimi ve sanatı sevdirme”, “Güzel
Türkçemizle oluşturulmuş yazı türleri ile eserler ortaya koyma” gibi
misyonlarından -şu veya bu sebeple- uzaklaşmaya/ uzaklaştırılmaya
başlamışlardı. Belki de; çok renkliliğin ya da çok sesliliğin bir gereği idi
bu. Kim bilir? Tirajı düşmeye
başlayan gazeteler, “kuponla bedava eşya ya da kitap” kampanyalarına yöneldi
bir zaman… Hatta, ekonomik gücü ya da sponsoru olan gazeteler TIR,
otomobil dahi verdiler, bilmem kaç ay süren kuponlarla. Hiç unutmam; öz
babaannemin vefatından yıllar yıllar sonra, 78’lerde Saraybosna’dan ailemize
giren Boşnak babaannemiz ( Mayka’mız/ annemiz), “ne kadar bedavacı bir milletsiniz”
diye yarı şaka yarı ciddi, hayretini ve tepkisini dile getirmişti kaç kez… Her
şeye rağmen; gazete de, mektup da, telefon da insanlar arası diyaloğu ve
iletişimi sağlamak için üstlendiği görevini; insanlar arasındaki önemini hiç
elden bırakmadı… Ve yine her şeye rağmen; gazete yazar ve okuyucuları; mektup
yazanlar ve okuyanlar; bizi sevdiklerimize bağlayan santraldeki memurlar ve
bakkal amcamız yüreklerinin var gücü ile “insan için”, “insanlık için” sevgi,
inanç ve mertlikle çalıştılar. Üniversite sınav sonucunu bize ulaştıran ve
bizim kadar sevinen mahalle Postacımıza; annelerimiz en güzel böreklerini
açtılar, en kıymetli oyalarını hediye ettiler; samimiyet ve içtenlikle… Hepsine
şükran duyuyoruz… Zamana dur durak
yoktu… Biz, her şey yerli yerinde sanırken; her şey hızla değişti… Değişimin
kaçınılmaz ve hayatın en önüne geçilmez hakikati olduğunu anlamakta- belki bir
parça- geç kaldık… Ya da yüreğimiz en önce anladı da; anladığını aklımıza,
elimize, ayağımıza bir çırpıda izah edemedi… “Doksan”lara
tırmanmaya başladık; bizi bugünlere getirebilen telefon, mektup, gazete ve
televizyona teşekkür ederek… Bilgisayar, cep telefonu ve internetle yaygın
olarak tanıştı ülkemiz… 94’te Anadolu Ticaret’te yeni göreve başlamış bir
Edebiyat Öğretmeni olarak “MSDOS” sistemi ile çalışan bilgisayarı
öğrenmek dilediğimde; çevremdekilere –ve itiraf ediyorum; kendime- ne kadar
da yabancı ve samimiyetsiz gelmişti; üç ay gittiğim kurs… Kursun
sonunda İlin Valisinin sertifikamı verirken “Bilgisayarı öğrenip ne yapacaksınız,
Hoca Hanım?” sorusuna; “ İleride, kitap yazacağım Sayın Valim. “ dediğimde,
cevabıma “yüreğimden” gayrı kimse inanmamıştı. “Ben” bile… Kursa gittim
gitmesine de; yine de, benim ve emsallerimde halen gizliden gizliye olan
korkuyla, “Bilgisayarı bozarım” endişesi ile, çok uzun süre bilgisayara el
sürememiştim… Tam da o sıralarda, telefonlar hakkında da söylentiler başladı:
Görüntülü telefon ve gazeteler gelecek… Allah Allah! Oldukça şaşırmıştık…
Evimizdeki çevirmeli telefonun neresinde ve nasıl; telefonun öbür ucundaki
sevdiğimizi ya da okuduğumuz gazeteyi görecektik?!. Dünyanın hızına,
temposuna ayak uydurma zamanı, geldi de geçiyordu. Ülkemin tamamına teknolojik
ve bilimsel yenilikler bir çığ gibi yayıldı. Daha, “Bilgi ve Kültür Çağı’nda”
doya doya pişemeden; kana kana pişiremeden; “İletişim” çağına uçmaya başladık…
Biz çocuklarımıza mektubun, kitabın, yazı yazmanın, gazetenin tadını
anlatacakken; çocuklarımızdan cep telefonunun, mesaj yazmanın, bilgisayarın,
internetin faziletlerini dinler; hatta öğrenir olduk… Bu vesile ile, bana
bilgisayarı hakkı ile öğreten 2004-2005 Eğitim-Öğretim yılı 10. Sınıf
öğrencilerime çok teşekkür ediyorum. Özellikle bizim jenerasyonumuz için, hem
“yakalayabilene aşk olsun” dedirten şaşkınlık ve hayret; hem de eskiye mi yeniye
mi itibar edeceğimize tam karar veremediğimiz hayranlık ve gayret bilmecesi
başladı… Bir yanda,
hayallerimizi, düşüncelerimizi, hatıralarımızı ve özel kutularımızı süsleyen ve
asla yerini başka bir şeyin dolduramayacağına inandığımız mektup; diğer yanda
cep telefonumuzdaki “o an, o saniye sevdiğimize, dostumuza, işverenimize,
meslektaşımıza ulaşan” ve belki de hayat kurtaran, kısa mesaj ve elektronik
posta. Bir yanda, daha lezzetine ve misyonuna varamadığımız kanlı canlı gazete,
diğer yanda internet gazeteciliği… Bir yanda yayınevi aramanın ve yayınevi
tarafından bulunup, onaylanmanın dahi kaliteli seremoni olduğu prestijli ve kan
ter içindeki “yazarlık” serüveni, diğer yanda bir elektronik gazetede,
bir internet bloğunda; yalnızca ülke sınırlarına değil, dünyanın dört bir
köşesine yazınızın ve kitabınızın saniyede ulaşması… Bir yanda “Türkçenin yazı,
imla ve üslup inceliklerine hakim” uzun, zahmetli ama kıymetli yolu ile
yazılmasına özenilen “mektup, gazete ve yazı türleri”; diğer yanda ana dilin
katledilmesi ya da bir ekranın arkasına gizlenildiğinin sanılması ile
oluşturulan “ünlü ve karakterli harflerin atıldığı” -ara ara da olsa, yüreğin
es geçilmeye çalışıldığı- kısa, robotlaşmış, herkese aynı şablonla yazılan ve
atılan “e-mektuplar/ kısa mesajlar/ blog karalamaları…” Kafamız ve
yüreğimiz ne kadar karışsa da; gözümüz ve elimiz bu hıza hem alıştı, hem de
büyük bir rıza ile yenilikleri kullanır oldu… Elbette, kullanacağız
teknolojiyi ve teknolojik yenilikleri… Fakat, tek bir şartla; yılların
ötesinden getirdiğimiz ister mektup zarfının içine ve mektubun yanına özenle
yerleştirilmiş; isterse bir gazetenin ses getiren köşesinde “yazısı, sözü,
bilgisi, görgüsü, dili “ ile bütün varlığını mertçe ortaya koyarak sapasağlam
duran yüreğimizle hayatın her anında, her kesitinde, her imkanında yürüdüğümüze
inanarak… Bilgisayarın, internetin, cep telefonunun “sanal/ sanılan” ortam
değil; hayatın, insanın, hakikatin ve yüreğin ta kendisi olduğunu unutmadan… Henüz 2006’da
bir bölge gazetesinde “Şakayık” isimli bir köşe ile “Yazarlık” koşusuna
başlamış olan ben, 2009’da bir ulusal gazetenin “blog”unda ilk denememi
yayınladığımda; “milenyum çağını yakaladım” diye sessizce gururlanırken, “şu
canım yazım, uzay boşluğuna gitti” diyerek de çok üzülmüş; daha da ötesinde,
sanki “hiç de hoşa gitmeyen bir hareket”te bulunduğumu sanıp da, müstear (takma
adla) yazar olmuştum. Elbette bu isim, bir yılı aşmadan benim açıkça
kullandığım Yegah Elif Mirzade mahlasım oldu. Sonra internete, internet
sayfalarıma alıştım; hem de kendi adımı açık ve net kullanarak… Bir gün şunu
fark ettim: Mekanları, nesneleri, araçları, iletişim yollarını anlamlı, güçlü,
güvenilir, canlı, değerli kılan insanların yüreğidir… İşte, bunu keşfettikten
sonra; internet ortamındaki gazete, dergi, sayfa ve blogta, tamamı ile gerçek
hayattaki gibi; yüreğimi birebir yansıtmaya büyük hassasiyet gösterdim… Yine
şuna inandım; e-gazetelerle, e-dergilerle, e-mektuplarla, “yüz yüze”
sayfalarımızla; –asla, hiç sanmadan; aksine, yüreğimizden aldığımız
güçle- hakkaniyet ve hakikat içinde, “yazımızı yazmalı”, “yüreğimizi,
tecrübelerimizi anlatmalı”, “adam gibi adam tavrımızı bir virgülü koyarken dahi
unutmamalı”; gençlerimize, çocuklarımıza, tüm insanlığa güzellikleri,
yenilikleri, yüreği anlatmalıyız… Şunu unutmayın
ki; yüreğinizi koyduğunuz her yerde yüreklileri buluyor ve tanıyorsunuz;
yüreklilerle bir atıyor yüreğiniz… Çünkü yürek, her çağda hakikati tanıyor… Size haber
veriyorum Dost Yürekler… Habersim Gazetemiz dünyaya sayfalarını açtı.
Ben, e-gazete olarak internet ortamında yazı hayatına başlayan
Habersim’in Yazar Kadrosunda yazıyorum. Çünkü yüreğim diyor ki: Haber; sevgi,
inanç ve mertlikle… Haber; Sevgi, İnanç ve Mertlikte… Yüreğimizden
aldığımız güçle; ” İnsan için, İnsanlık için” koşacağız; sevgi, inanç ve
mertlikle… İnşallah, gazetemiz ve yazımız tüm insanlığa hayırlı olur… Tüm yazar kadromuza
ve bizi okuyanlara sevgi, saygı ve selamlarımla… Ranâ İSLÂM
DEĞİRMENCİ EĞİTİMCİ-PROJE
KOORDİNATÖRÜ/ ŞAİR-YAZAR ANKARA |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Şems - 07/03/2016 |
Suya yazdım |
Nar-ı Beyza - 12/07/2015 |
Deneme |
GÜL=DİKEN - 08/02/2015 |
ŞAŞKINIM |
TÜRK DÜNYASI - 02/12/2014 |
ULU ÇINAR |
YÜREĞİMDEKİ KÖZ ''TÜRKÇE'' - 26/08/2014 |
RANA İSLAM |
YÜREK BALÇIKLA SIVANMAZ - 10/08/2014 |
RANA İSLAM |
MARİFETTE CEVHERSİN - 31/07/2014 |
RANA İSLAM |
DOST BİLMESİN - 15/02/2014 |
RANA İSLAM |
GAZEL-İ BENDE - 12/02/2014 |
ELİF BEZELİ KİTAP |
Devamı |