Rana Değirmenci
ranadegirmenci@hotmail.com
DOMANİÇ YAYLASI
14/09/2013 DOMANİÇ YAYLASINDA “OSMANCIK” “Domaniç temmuzlarında bir gecedir. Gökte Samanyolu bir
sırma kemerdir. Sarı, mavi yıldızlar parıl parıl parıldamaktadır. Yayla
serinliği gönüllerde soylu yiğitliklere, hafızalarda büyük olaylara özlem
estirmektedir. Korunun eteğindeki düzlükte Ulupınar’ın çevresinde ateş
yakılmıştır. Kuru çam dalları çatırtılarla yanmakta… Osman, ufka dalıp gitmiştir. -“Hey, Osmancık; neler düşünüyorsun?” Ede Balı’dır bu. Osman gülümsüyor… İçi el vermiyor, ”hiç” demeye: -“Dünya ne kadar büyük” diyor.” ……… Bense, “her gün biraz daha küçülen bir dünyada
yaşıyoruz…”derdim. Derdim demesine ama, Osmancık ve Kayın Atası Ede Balı,
duysalardı beni yüzyılların ötesinden; önce atası Ede Balı sonra da,
yüzyılların çınarı olan “o yılların” Osmancık’ı itiraz ederlerdi bana: “Öyle olur mu, a oğul!” Ama ben, bu yüzyılın neyin ardına düştüğümü bilmeden, bana
verdiği “kendime has özgüvenim(!)” sayesinde takındığım şımarıklığımla veya
sarhoşluğumla tekrar edeceğim: “Dünya ne kadar küçük”, ”dünya ne kadar küçük”, ”dünya ne
kadar küçük”… Osmancık’ın söylediğine Ede Balı itiraz etmişti; benim
söylediğime hep bir ağızdan “Atalarım” karşı çıkarlardı, “bizim” bu yüzyıldaki
halimizi görselerdi… Ben yine de, onların büyüklüklerine sığınıp, dünya küçük;
küçülen, daralan bir dünyada yaşıyoruz, diyeceğim. Ve bu sözü inat içinde
tekrar ederken, “haberleşme ağının, uydu fotoğraflarının, küreselleşmenin,
bilgi kirliliğinin” dünyamızı küçültüp elimize düşürüverdiğinden dem vurup
övünmelere de kalkmayacağım. Tam tersine, teknoloji yaşama alanımızı o kadar daralttı
ki diyeceğim; nefes alınmaz dört duvarlar arasında, bir bilgisayar ekranı kadar
pencerelerimiz ve elimize tutuşturduğumuz, hayatı duymamızı, hissetmemizi
sınırlayan cep telefonu ölçüsünce dünyamızın küçüldüğünü söyleyeceğim. Kütahya’da yaşıyorum… Kütahyalı değilim ama on beş yıla
yakın bu şehirdeyim. Teknoloji ile çok yakından ilgilenme bedbahtlığına, ne
kadar ayak diretse de, sonunda düşenlerdenim. Böylesi bir esaretin öncesine ait
güzel hatıralarım içinde; Kütahya’yı saran yeşilliklerin varlığı var. Hatta, bu
yeşillikler arasında birinci sırayı, Domaniç Yaylasının tüm ihtişamı ile
aldığını da biliyorum, beni saran o “bilgi temizliğiyle”. “Domaniç Yaylası”… İnsana bir yayla neler hatırlatır, neler
anlatabilir ki? Sıradan bir yayla pek bir şey anlatmasa da; o yaylanın başına
“Domaniç” geldi mi, o yaylaya “Kayı Boyu” kondu mu, insan çok şey anlamalı, çok
şey hatırlamalıdır. Domaniç dendi mi Kayıları, Ertuğrulları, Hayme Anaları,
Osmancıkları, Ede Balıları, Orhanları, Ulduz Hatunları, Malhun Hatunları hatırlamadan,
anlamadan geçmek olmaz. O topraklar artık bir toprak parçası değil; ”Çınar”ı
sulayan, besleyen, büyüten can damarlarıdır. ”Osmancık”ı, Osman; Osman’ı Osman
Bey yapan o topraklar, o yaylalardır. “Osman, ayakları diz boyuna kadar çiğlerden ıslanmış,
Sivrikaya’ya doğru yokuş yukarı yürüyor. Nicedir huy edindi bir gün doğuşunu
oradan seyretmeyi: Bir yanında derinliklerinden uğultular gelen vâdi; bir
yanında uzanıp giden yayla; karşısında sınırsız ova! Gün oradan, yayvan tepelerin ardından doğar; gün olur
çırılçıplak, bakır kızılı ve koskocaman; gün olur allı pullu bulutların
arasından ve altınlaşarak… Ama her zaman ve kısa sürede bütün renkleri, bütün
sesleri değiştirerek…” Kaçımız burnumuzun dibindeki Domaniç yaylalarını gezdik;
kaçımız bu yaylalarda gezme şansını bulsak da o yaylaların sırrını yüreğimizde
hissettik; ya da kaçımız bu yaylada bir tarihin saklı olduğunu keşfettik? Gönül
isterdi ki bunun cevabı “hepimiz” olsun. Üstelik bu cevabı verenler Kütahyalı
ile sınırlı kalmasın da; ülkemizin her yöresi hep bir ağızdan bu cevapla
inlesin… Kütahya’dayım, hayatımda ilk kez “ayakları YERE basmanın” ne
demek olduğunu idrak ediyorum. “Yayla sabahıdır. Gün daha doğmamıştır. Gökyüzü süt mavisi,
çamlar neftî, üzerlerine çiğ yağmış çayırlar zümrüt yeşili; ışıl ışıl.
Çobanlar, daha davarları toplamamış, atlar, kısraklar, taylar daha delişmen- ve
mutlu- neşelerini bulmamış. Kara çadırlar ile ağıllar arasında gidip gelenler,
sadece allı, lâcivertli, altın sarılı, menekşe morlu giysileri ile kadınlar ve
kızlardır. Günün cümbüşüne daha vakit var.” Evet!”Ayakları yere basmak”… Bizim olan bir toprağa basmak…
Ve o toprağın bizim olduğunu bilmek. Bilmek de yetmez; anlamak ve hissetmek.
Kütahya’da yaşayan bizler bir “toprağa” basıyoruz. Domaniç yaylasını oluşturan
topraklara… “Domaniç Yaylası”nda doğan, bu yaylalarda yeşeren ve yüzyıllar
içinde hep yeniden filizlenen bir toprakta, vatanda olduğunu bilmek; “toprağı
vatan yapan”, ”yaylayı gönülde yaylamasını” bilen bir milletin üyesi olmak…
Daha da muhteşemi, o toprakların üstünde yaşamak, o yaylanın serinliğini
hissetmek, hissedebilme şansına sahip olmak… Dünya ne kadar küçük… Yüzyıllar ne kadar kısa… İşte,
atalarımın göçüp konduğu topraklar; işte, benim için; benim temiz havayı
özgürce solumam için şehadet şerbetini içmekten bir an bile tereddüt etmeden
“yüreğini” ortaya serenlerin yattığı topraklar… Hele bir koşu varıp da, Osmancık’ın Osman Bey olduğu; Beyin,
Beylik; Beyliğin İmparatorluk; imparatorluğun Cumhuriyet olduğu Domaniç
yaylasında bir soluklanalım; ”Osmancık”ın atını sürdüğü yoldan, çadırını
kurduğu yayladan” biz de nasibimizi alalım. Bir görelim nasıldır, nicedir o
yer? Bir toprak, bir yiğide nasıl gönül, yürek, bilek verir? Bir toprak, bir
boyu nasıl yenilmez bir millet yapar? İşin sırrı nerdedir? Hangi soğuk pınarın,
hangi zümrüt yeşilin büyüsü; hangi turkuaz mavinin, hangi “nefesin”, hangi
soluğun, hangi nal seslerinin gücüdür bize baki kalan? Hadi durmayın gayrı, bir
teneffüs edelim; “tek dişi kalmış canavarlardan” sıyrılıp, dışarı çıkalım;
bakayazalım gökyüzüne yeniden, doyasıya; öleyazalım atamın gücüne ve sesine... “Yayla sonbaharı kışa bakar. Rüzgarlar, bulutlar, yıldızlar,
atlar, davarlar, develer, kuşlar, geyikler, turaçlar, turgaylar, çayırlar,
ağaçlar; bütün renkler ve bütün sesler kış habercisidir. Gün rengi değişir… Ve,
bütün oymaklarda bu renklerin ve seslerin dilinden çok iyi anlayanlar vardır. Hadi bir gayret: Küçük dünyamızı genişletelim… Ya da ne
geniş bir dünyada yaşadığımızı “geniş bir ufuk çizgisi” ile yeniden keşfe
çıkalım. Osmancık’ı, Ede Balı’yı yeniden bulalım, şu “bizim” yaylalarda…
Bırakalım bir süre de olsa bilgisayarları, cep telefonlarını, dört duvar içinde
nefes almaktan korkan ağızların söylediği, hep aynı tınıları dinlemekten bezmiş
kulakların uyuştuğu “ders aldığımızı” düşündüğümüz dar mekânları terk edelim.
Alacağımız dersler “Domaniç Yaylasında”, alacağımız dersler “Dumlupınar
sırtlarında”… Gelin; tarihi, edebiyatı, projeyi, güzel sanatları; o sırtlarda,
o yeşilliklerde, o “havalar”da yeniden bulalım. Gelin, Domaniç nasıl bir yayladır
anlayalım; “o yaylada” ne denmiş can kulağı ile dinleyelim: “Özlediğimiz baharlar vardır. Soyca sopça özlenen baharlar.
Ve onların da müjdecileri badem ağaçları vardır. Gün döndüğünü en evvel onlar
duyar, sezer, anlar. Müjdeler baharı, bahar gelmiştir. Duyan gönüller, gören
gözler, düşünen kafalar müjdeyi alır…hazırlanır...sanki “YAYLAYA GÖÇÜN
HAZIRLIĞI” başlamıştır.. Gecikilmemek için. Gerekeni yapmak, gereğini vaktinde yapmak için. O müjdeciler
yüzünden ve sayesinde. Hava dönebilir. Kış geri dönmüş gibi olabilir.
Müjdecileri don vurabilir. AMMA, MÜJDE ŞAŞMAZ. DUYANLARA ANLAYANLARA
KAZANDIRIR.” Duymuyor musunuz, Domaniç yaylasındaki “Osmancık” benim,
sensin, sizsiniz, ”biziz”… Dumlupınar sırtlarında yatan da BİZ… Hala duymuyor
musunuz, hissetmiyor musunuz? Bu teknoloji dünyamızı hakikaten küçültmüş,
yaylamızın yeşilini, bereketini, gücünü almış olmasın sakın? ………… “Her gün biraz daha küçülen bir dünyada yaşıyoruz…” Osmancık ve Kayın Atası Ede Balı, duysalardı beni
yüzyılların ötesinden; önce atası Ede Balı sonra da, yüzyılların çınarı olan “o
yılların” Osmancık’ı itiraz ederlerdi bana: “Öyle olur mu, a oğul!” “Ki bahar gerçekten gelmiştir. Müjdecilere minnet,
müjdecilere rahmet… Osman artık, kendisini bu değişimin beş, on dakikalık kısa
sürecinde aramaktadır. Gün doğumundan önceki Osman, gün doğumundan sonraki Osman!
Ne olmuşsa, ne olacaksa bu süreç içinde olacaktır; Osman’a öyle gelmektedir
artık.” Bugün, Domaniç Yaylasında yaylayan tüm “Osmanlara” öyle
gelmektedir, artık… “Öyle değil mi, a oğul?” “Domaniç’te ve Domaniç yakınlarındaki yaylaklarda bu yaz
bütün yazlardan başkadır ve Kayı boyunda böyle bir yaz görmeyenler
çoğunluktadır. Beğin yerini kim alacak ve beğin yerini kim almalıdır?” Osmancıklar” ın yerini kimler almalı, bayrağı kimler
taşımalıdır? “VE GÜNEŞ DOMANİÇ’İN BATISINI ÇİZEN TEPELERE İNMEK
ÜZEREDİR…” *Tarık Buğra’nın “Osmancık” adlı romanını ikinci kez okuyup
da “tefekkür” etmemi sağlayan öğrencilerime “teşekkür”… RANÂ İSLÂM DEĞİRMENCİ EĞİTİMCİ/ YAZAR- ANKARA |
Yorumlar |
Tebrikler 16/10/2013 22:38 Tebrikler ederim Rana Hanımefendi kardeşim zevkle okudum.. MEHMET Aluç |
Yazarın diğer yazıları |
Şems - 07/03/2016 |
Suya yazdım |
Nar-ı Beyza - 12/07/2015 |
Deneme |
GÜL=DİKEN - 08/02/2015 |
ŞAŞKINIM |
TÜRK DÜNYASI - 02/12/2014 |
ULU ÇINAR |
YÜREĞİMDEKİ KÖZ ''TÜRKÇE'' - 26/08/2014 |
RANA İSLAM |
YÜREK BALÇIKLA SIVANMAZ - 10/08/2014 |
RANA İSLAM |
MARİFETTE CEVHERSİN - 31/07/2014 |
RANA İSLAM |
DOST BİLMESİN - 15/02/2014 |
RANA İSLAM |
GAZEL-İ BENDE - 12/02/2014 |
ELİF BEZELİ KİTAP |
Devamı |