RAHMET VE ŞÜKRANLA ANIYORUZHz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin … Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı. Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti. Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi. Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar. Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
Mesnevi Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevi'si" gelmektedir. Mevlâna Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış. Mesnevi'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir. Mesnevi'nin Vezni: Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür. Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır. Dîvân-ı Kebir Divân şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. "Divân-ı Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divân-ı Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir. Divân-ı Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Divân-ı Kebir'in beyit sayısı 40.000'i aşmaktadır. Mevlâna Divân-ı Kebir'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divâna Divân-ı Şems de denmektedir. Divânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Mektûbât Mevlâna'nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, ben deniz"gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa, onu kullanmıştır. Fîhi Mâ Fih Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir. Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra, Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır: 1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı 2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış 3. İnanç'daki kudret 4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları 5. Bilginin değeri 6. Gaflete dalış 7. Aklın önemi Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.
Mevlana Şems karşılaşması: Şems ile karşılaşmak"Mevlânâ at üzerinde gelirken, beş yüz kişi yanında ve âlimler sağında solunda koşuşuyorlar. Şems, Mevlânâ'nın atının başını tuttu: – Peygamberimiz (sav) mi büyüktür, Bayazid-î Bestami mi büyüktür? Mevlânâ kızdı. – Bayazid-î Bestami kim oluyor ki, Peygamberimizden büyük olsun. Şems: – Ben de biliyorum, Peygamberimiz (sav) büyüktür, ama kafama bir şey takılıyor. Peygamberimiz (sav) buyurdu: Hadîs-i Şerif: Manâ'sı: Ya Rabb'i, ben sana hakkı ile arîf olamadım. Seni hakkı ile bilemedim. Bayazid-î Bestami buyurdu: – Sübhanî ma azami şanî. Ben, Sübhan değil miyim, benim şanım büyük değil mi? Açıkçası; "ben Allah değil miyim, benim şanım büyük değil mi", demektir. Peygamberimiz (sav) "Ben Allah (cc)'ı hakkı ile bilemedim" diyor. Bayazid-î Bestami: "Ben Allah değil miyim, benim şanım büyük değil mi?" diyor. Neden dedi? deyince, Mevlânâ, soru zor, ağır bir soru olduğu için durmak ve düşünmek zorunda kaldı. Sorunun cevabını vermesi beş dakika sürdü. Şems, bu beş dakika içinde huzura vardı, yapacağını yaptı. Maksadı Mevlânâ'ya soru sormak değil, irşâd etmekti. İrşâd edebilmek için de beş dakikaya ihtiyacı vardı. Mevlânâ cevap verdi: – Peygamberimizin havsalası (hacmi) bir deryaya, denize benzer, Bütün suların hepsi denize akar. Deniz dolma, taşma bilmez. Azalma da bilmez. Bayazid-î Bestami'nin havsalası (hacmi) dar idi. Bir göle benzerdi. Göle, kışın çok su gelirse doldurur, taşırır. Bayazıd-î Bestami doldu, taştı, kendi kendîni kaybetti. "Subhanî ma azami şanî" dedi. Peygamberimizinki deniz gibi idi. Denize ırmaklar kışlı, yazlı akar, taşmak bilmez. Peygamberimiz(sav)'e, Allah (cc)'tan feyzi İlâhi rahmet geldikçe, Allah (cc)'ın büyüklüğü, kulun acizliği anlaşılıyor. Denizde dolma, taşma olmuyor. Allah'tan gelen, her ne kadar gelse ancak "Ya Rabb'i ben sana hakkiyle arîf olamadım. Ya Rabb'i! Ben, seni hakkı ile bilemedim", dedi. Şems, o sırada tam huzur tutturmuş "Allah" diye bağırdı. Mevlânâ'ya bir hâl geldi. At üstünde duramayıp, attan aşağıya düştü. Şems'in ayaklarına kapandı. – Bunu bana öğret, dedi. Ortada görünürde öğretilecek bir şey yoktu. Şems: – Burda olmaz, evine gidelim, dedi. Beraber evine geldiler. Mevlânâ'nın bir oda ağzına kadar dolu kitapları vardı. Şems; bu kitapları havuza atmasını söyledi. Mevlânâ kitapları kucağına doldurup havuza atıyordu. En sonunda bir kitap kalmıştı. Bu kitap yanında çok kıymetli idi. Onu da suya atınca, Mevlânâ'nın kalbi karıştı. Bu büyük zâtsa, kitapları neden suya attırdı, diye kalbine geldi. Şems; Mevlânâ'ya ne düşündüğünü sordu. Mevlânâ: – En son attığım kitap, babamdan kalma ve benim için çok mühimdi. İçinde ezberimde olmayan bir çok mevzular vardı. Şems eline uzun bir değnek alıp havuzu karıştırdı. – O kitap ne zaman suyun yüzüne çıkarsa bana haber ver, dedi. Bir zaman sonra karıştıra karıştıra kitap suyun yüzüne çıktı. Mevlânâ: – İşte bu kitaptır, deyince Şems: – Bismillah, deyip kitabı eline aldı ve Mevlânâ'ya uzattı. Mevlânâ kitabı açtı, hayret etti. Saatlerce suyun içerisinde duran kitabın hiç bir yerine yaş değmemiş, kitabın içerisinden toz dökülüyor. Şems'e sordu: – Bu kitabın her tarafının yaşarması, hatta dağılması lâzımdı. Hiç bir yeri yaşarmamış. Sanki hiç suyun içine atılmamış. Nasıl oldu böyle?Şems: – Ben, sana bunu öğretmeye çalışıyorum. Sen kafanı kitaplara takıyorsun deyince, Mevlânâ kendiliğinden o kitabı da suya attı. Ve irşâd oldu. Mevlânâ'nın daha evvel zahir ilmi çoktu. Tarîkatı, şeyhliği, dervişliği benimsemez, bunların aleyhine atardı. Şems'in irşâdı önü çapraşık, ters bir soru sorma ile başlıyor. Sonu, kitapları suya attırmakla bitiyor. Demek ki bu aklen, zâhiren olan değil. Şimdi bize burada çok ibretler var. O kitaplar: Kur'ân, hadîs kitapları. Bunları biz yapsak çok günâhkâr oluruz. Kur'ân'a saygı çok olmalı diyoruz. Onu kuşak, göbek beraberinden aşağıda tutmak bile insanı günâhkâr eder. Allah (cc)'ın kitabına saygısızlık olur, kitaba saygısızlıktır, diyoruz. Bunlar bize zarar veriyor, onlara zarar vermiyor. Çünkü onlarınkinde ikâz, irşâd, ayıktırmak ve ilerde gelecek hikmetler var. Büyük işler var. Hem de, Allahu Teâlâ'nın emriyle olur ve emriyle yapar. Hz. Ali (ra) ile, Hz. Muaviye (ra) arasındaki harpte, Kur'ân mızrakların başına dikilip yüzlerce binlerce Kur'ân ayak altında tepeleniyor. Mevlânâ, Şems'in emri ile bir oda dolusu kitabı havuza suya atıyor. Sonra irşâd oluyor. O kitapların arasında Kur'ân var, Hadîs var, âyet vardı. Onların, o hâlleri o zaman için geçerli değil. Kıyamete kadar gelen insanların düşünüp ibret aldıkça arkasından irşâd çıkar, ayıkmak çıkar. Zâhirde, o hâl kendînde olmayan kimse kendiliğinden yaparsa Kur'ân'a saygısızlık olur, günâhkâr olur. Belki de küfre varır. Onlar ilhâmı Allah (cc)'tan alır, yapar. Biz kendi akıl gücümüzle yaparız. Onların yaptıklarının arkasında büyük hikmetler, ayıkmalar, ayıktırmalar, müşkülleri çözmeler var. Onun için hakiki şeyhin yaptığına karışmak câiz değildir. Mevlânâ'nın yüzlerce talebesi o zaman da ilim öğrenemedi. Mevlânâ'dan istifade edemedi. Ama Mevlânâ'nın sonradan yazdığı kitaplardan, başından geçen hâllerden milyonlarca kişi kıyâmete kadar istifade ediyorlar ve edecekler de. İlk defa görünüşü ters gibi ama sonu çok iyi. İşte tarîkatın, maneviyâtın meyvesi kazancı sonunda belli olur. Bu da öyle oldu. Onun o zamanın da o hâllerini bilmediler. Sonunda Mevlânâ da tasavvuf ilmi oldu. Bütün dünya istifade etti. Kendînin okuyup ilim öğrenmeye çalıştığı kitapların o kitapları yazan fıkıh tasavvuf âlimlerinin ilmi kendisine gelince kendisi de ilim deryası oldu. İlmi okuyup öğrenen değil, ilmi söyleyen yazan, yazdığından kıyâmete kadar bütün müslümanlar, bütün dünya istifade etmeye başladı. O zamanda millete ters geliyordu. Yüzlerce âlimi yetiştirecekti diyorlardı. Sonraki yaptığı evvelki yapacağı ile karşılaştırılırsa, yaptığı dağıttığı ilim derya deniz. O zamanda onları okutmaya devam etse idi. Onun yanında ufak bir göl gibi olacaktı. Şems Hz. Mevlânâ'yı çok kısa bir zamanda yetiştirebilmek için Allah(cc)'tan aldığı ilhâmla şeriata, zâhire ne kadar yaptığı, yapacağı işler ters gelse de yapar, yaptırır, bir mahsuru yoktur. Ata sözü: "Kazan taşarsa çömçenin, çömleğin pahası olmaz". Taşmayan kazanda olur. Misâl: Süt kaynamış taşıyor veya taşacak. Her iş bırakılır, o süt taşmaması için savrulur, altındaki ateşler çekilir. Daha da olmazsa içine soğuk su dökülür. Bunlar çok acele, çok hızlı yapılır. Başka zamanki hiç bir hâle, hiç bir işe benzemez. Çünkü yapılmazsa zarar ziyan büyük olur. Onun gibi ilerisinde, sonunda İslâmiyet, dîn-i mübîn ve insanlığın çok faydasına olacak veya engel olacak şeylerin hepsi derhal ortadan kalkması lazım. Mevlânâ'nın da en fazla engeli kitaplar idi. Her gördüğü duyduğu işi, hâli kitapla ölçmeye kalkacaktı. Allah (cc) ile kul arasında öyle şeyler var ki, hayret demişler, başka izâh edememişler. Bunu çok iyi bilen Şems, Mevlânâ'ya kitapları suya attırdı. Mevlânâ'nın dikkatini kendîne çekti. Kitapları atışında, çıkarışında, tekrar atışında bütün Mevlânâ'ya ibretler, ayıktırmalar ikâzlar, irşâdlar vardı. Bizim bildiğimiz gibi kitabı atmak, çıkarmak, tekrar atmak değil. Meselâ kitabı zâhirde attırır, bâtında, sevgisini de attırır. Kitabın manevî hâli olan ve manevî sevgisi olan sevgiyi verebilmek için Peygamberimiz (sav) bir hadîsinde: "İki sevgi bir gönülde olmaz" buyurmuştur. Zâhir ilmi, bâtın ilmi ikisi de sevmeye lâyık ama iki sevgi olmaz. Birini tam hakkıyla sevebilmek, ona bağlanabilmek ve o öğretilebilmek için, o zamanda öyle olması lazımdı. Yalnız Mevlânâ değil, Yûnus Emre, İbrâhim Ethem gibi binlercesi dünya, zâhir ile ilişkiyi kesip, bâtından, ilmi aslından almışlardır. Veysel Karânî de aynıdır. Onun için zâhir ilmi, bâtın ilmine ters düşer. Bâtın ilmi olduğunu anlayabilmek için de ilerisinde, sonunda büyük ibretler, hikmetler olması lâzım. Meselâ: Mevlânâ, zâhir ilmini terkedip bâtınında, zâhirinde, bütün dünyaya faydalı olmayıp yerinde kalsa idi, o zaman yaptıklarının hiç bir hikmeti yoktu. O yaptıklarının hiç bir manâsı yoktu. O yaptıkları kendisi için ve İslâm âlemi için belki yararlı olurdu. Ama şimdikinin yâni manevî ilmin binde biri kadar olmazdı. Şimdi de zamanımız da yine aynıdır. Yapılan işin, söylenen sözün sonunda büyük hikmetler, büyük ayıktırmalar oluyor ve bütün müslümanlar ondan ibret alabiliyorsa o söz, o hâl, o iş ilkinde ne kadar ters gelse de doğrudur. Onun için derler ki, ata sözü: "Allah encamı(sonu) hayırlı gelen, iyi gelen kullarından etsin." Zahiri = yüzeysel dış, dışsal, görünen dünyaya ilişkin, yazıları yüzeysel yazdığı gibi yorumlamak. Batini = içsel, öz, sır, gizemli, iç anlam ve yorum. Batınilik 9.yy İran’da Desyan tarafından başlatılan, Hasan Sabah, Bebek vs. devam eden kutsal kaynakları (Kuranı vs.) içsel yorumlayan akım. Celaleddin Rûmi’nin Mesnevi-i Şerif’i İrfani geleneğin temel kaynaklarından olan bu derinlikli eserin popülist kitaplar gibi çok satması şaşırtıcı görünebilir. Doğrudur da, ne var ki, ‘ben ne Doğuluyum ne Batılı, güneşim ben, güneş ne Doğuludur zira ne Batılı…ben sultanların aradığı sultanım’ diyen Rûmi sadece ülkemizde değil, başta ABD olmak üzere, dünyanın dört bir yanında nicedir ‘çok satanlar’ listesinden düşmüyor. Zihinsel ve manevî bakımdan çölleşen modern dünyaya bir nisan yağmuru gibi inen Rûmi’nin eserleri, geleneksel edebiyatımızın doğasına uygun olarak çok katlı bir dil ve anlam dünyasına sahip. Bu niteliğiyle yediden yetmişe herkese ve her kesime seslenebiliyor. Dalan herkes, o denizden kendince bir inci çıkarabiliyor. Hz. Mevlâna’yı okumak, Guenonyen anlamda ‘tradition/gelenek’ algı ve birikimi olmaksızın yeterince verimli olmayabiliyor. Nitekim Mesnevi-i Şerif türünden eserlere yüzlerce şerh yazılmış olması bunu ima ediyor. Modern zamanların kalbi yaralı ve zihni örselenmiş insanları olarak, irfanî geleneğimizin kaynaklarını okuma konusunda ciddi engellerle karşı karşıyayız. Bunun ötesinde, irfanî ve hikemî eserlerin okunmasında şöyle bir sorunla da yüzyüzeyiz : Bu eserler, müelliflerinin manevî deneyimleri olduğundan, bizim onları sözgelimi modern anlatılar gibi ‘okuyup’ anlamamız ve yararlanmamız hayli güç. Büyük bilgelerin eserleri yaşamlarıdır aynı zamanda. Wıttgenstein’ın ifadesiyle söylersek, onlarda, ‘sözcükler eylemlerdir.’ Söz konusu Mevlâna olacaksa, O’nun sırları ve hakikati büyük oranda Mesnevi’de aranmalıdır. Mesnevi ise, şerhsiz ve kılavuzsuz okunursa yine de yarar verir ama, bu kavrayış daima ek******, hatta yer yer yanlıştır.
Mesnevi’nin tümü, ilk onsekiz beyitte saklıdır. İlk onsekiz beytin sırrı ilk beyittedir. İlk beytin gizi ise, be harfindedir, be harfi ise altındaki noktada gizlidir. ‘Kutsal Kitap Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele be harfinde, be harfi ise ayırt edici bir noktada gizlidir, işte ben, o ayırt edici noktayım.’ Bu rivayet, Mesnevi’ye nüfuz edebilme açısından bir anahtar işlevi görür.
Bursevî şerhinden öğreniyoruz ki, Mesnevi’de, şikayet, hikayet’ten önce gelmektedir : “Yarılmış gönlüme senden ulaşan her ney oluğu, kabrimin başında inleyen ney olur. Ben, canın canından şikayet ediyorum, fakat şikayetçi değilim, sadece rivayet (hikayet) ediyorum. O canın dudağından uzakta inleyen bir ney’dir. Dinle neyden hikayet ediyor, o şeker gibi dudaktan ayrı kalmış, ayrılıklardan şikayet ediyor…Ben, be’nin altındaki noktayım…Cümle mana bir imiş, bunca tekrar nedir…Her şey benimle ayakta durur (veted, sütun, insan-ı kamil)…’ Bursevî be’nin sırlarını açıklarken şu şerhleri düşüyor : Besmeleye uygunluğu. Tevbe suresi, besmelesiz inmiştir lakin be ile başlar. ‘Bişnev…’le başlaması, bu anlamda Mesnevi-i Şerif’in besmeleye uygun biçimde ve adeta besmeleyle başladığı anlamına gelir.
O’nunla, O’nun adına ve O’na başlamak…Ve ‘Bişnev…’ nun ile biter, ‘ben, be’nin altındaki noktayım sırrı gerçekleşir. Toplayıcı nun, kitabın anasıdır. Kitabın aslı varlıktır., ‘Alan bir kıldan alır’ ancak. ‘Her şey, benimle ayakta durur.’ Varolanlar, içkinlikleriyle kaimdir, her şey O’nun elindedir. Be, başlangıca ve o başlangıcın Mesnevi olduğuna işarettir, be’nin sayısal değeri 2’dir, bu bakımdan anlamlıdır. Bir, elif’tir, be, ikincidir. Elif, yani 1, Birliğin imgesidir. Allah, tecelli âleminde birdir, tecellinin olmadığı gayb âlemlerinde, tek’tir. Be, Latif isminden doğar. Mesnevi, Latif olan Bari isminin tecellisidir. Ruhun lütfu olmadıkça, hakikatlerin dünyasına girmek imkansızdır. Be, yaratılışın belirmesine işarettir. İnsan, başlangıçta, elif biçimindedir. Mesnevi, görünen ve görünmeyen âlemlerin sırlarına ilişkin olduğundan, be, elif’e öncelenmiş, ondan önce gelmiştir. Be kelimesinde, bu yüzden elif be’ye tabidir. ‘Evvel olan evveldir’ sırrınca, be, öne alınmıştır.
Be’nin altındaki birlik noktası, Allah’ın öncesizlik düzeyindeki belirlenimine işarettir. İnsanın sırrı buradan gelir. Bişnev’deki ikinci nokta (ş’deki), Yaratıcı’nın sıfatlarının belirmesine işarettir. Hz. Ali’den de naklen, ‘be’nin altındaki noktayım’ ifadesindeki sır, insanın halife oluşuna, hilafetinin başlangıcına ve vahyin kapsamına işarettir. Ruhların nakışları, cisimlerin suretleri, doğal unsurlar, İlahi Hakikat’ten doğmuş ve yansımıştır. Bu sonsuz çokluk, o sınırsız birlik’ten gelir. Be’nin noktası tekrarlanınca te ve se olur. Bu belirmedeki artış, be’nin birliğine engel olmaz. Bu sırdandır ki, ‘herşeyde O’nun için bir delil vardır. Bu delil, O’nun bir olduğuna işaret etmektedir.’
Be, elif’e göre kırık çizgidir. Bu, alçak gönüllülük dolayısıyla da yücelme nedenidir. ‘Allah için tevazu gösterenin, Allah derecesini yükseltir’ Be, Arapça ve Farsça’da bitiştirme ve kavuşturma işlevi görür. Be ile başlaması, Mesnevi’nin aslolana ve sılaya kavuşturma işlevini ima eder. Be, amil harftir, imal ettiğini kendisi gibi çoğaltır. Be’nin durumu, Bilge’nin haline benzer. Be, Mevlâna’nın doğum yerine, Belh’e işarettir. Berr adını ima eder. Bahr (deniz) demektir ki, Mesnevi, kıyısız bir denizdir. Be, bidayet’in de yani başlangıcın da ilk harfidir. Demek ki Mesnevi’nin de Mevlâna’nın da, geleneksel/bilgelik edebiyatımızın da bütün çabası, be’nin altındaki noktanın açılımı olarak okunabilir. ‘İlim bir nokta idi onu bilgisizler çoğalttı’ sözü, bunu ifade eder. Meyhane ve yüz sembolizmi de, hat sanatımız da aslında 'nokta’ çevresinde dönüp durur. Bursevî’den nakletmeye çalıştığım bu notlardan da anlaşılacağı üzere, Mevlâna’nın gerçekliği Mesnevi’dedir. O, dikkatle okunmadan ve anlaşılmadan gerçek anlamda bir Mevlâna veya Mevlevilik filmi çekmek, bir anlatı yazmak, bir roman, öykü veya tiyatro yapıtı ortaya koymak imkansızdır. Böylesi bir bakış açısı ve yaklaşımdan uzak, sığ, akılcı, tarihsel, sosyolojik vs. bakış açıları o ‘kıyısız deniz’i gerçek anlamda anlatmaktan uzak olacaktır. Mevlâna’yı ve onun bilgelik sırlarını ancak, onun eşiğinde bekleyenler anlayabilir.
Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o..” Uğruna bir ömür bağışlanan, yanıp yakınılan bu eşsiz sevgili. Allah’tır. Âşk’da Allah’a karşı aşırı sevginin kemale erişi, âşığın âşkta yok oluşudur. Gerçek ilhama mazhar olmuş, gerçek yokluğu zevk edinmişlerin en büyük arzusu ilâhî vuslat’tır. Mevlâna, bu yolun coşkun âşığıdır, aşktan doğmuş, aşkla yoğrulmuştur. “Bizim peygamberimizin yolu âşk yoludur. Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır,”der ve hakiki diriliğin aşkta yok olmakla mümkün olabileceğini söyler “Aşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..” Mevlâna’nın âşkı, ömrünün üç merhalesinde olgunlaşmış, bir ömür bu uğurda harcanmıştır. Mevlâna bunu bir beytiyle şöyle ifade eder: “Bütün ömrümün hülâsası şu üç sözden fazla değil: Hamdım, pişdim, yandım.” Tahsil ve yetişme devresinin hamlığını Tebrizli Şems pişirmiş, ondan sonra yokluğu ile Mevlâna’yı yakmış, kavurturmuştur. Mevlâna’ya göre, gerçek âşığa aşktan başka herşey haramdır. İlâhi âşk ve ma’şuk herşeyin üstünde ve içindedir. İnsan, kendisini yoktan var edeni nasıl sevmez? Bu sevgi, aslında onun özündedir, herşeyin sonu ona varır. “Fîhi Mâ-fih” adlı eserinde şöyle buyurur: “Aslolan sevmektir. İnsan’ın mayasındaki bu duyguyu arıtmalı. açıklamalıdır. Bedenimiz bir kovan gibidir. Bu kovanın balı ne mumu da ilâhî aşktır…”Mevlâna’nın Şems’e karşı yakınlığı ve âşkı da budur: Şeyh Şelâhaddin ve Çelebi Hüsameddin’e olan aşk da bu.. Onlarda mutlak varlığın kemâlini, cemâlinde Allah nurlarını gören Mevlâna, gerçek âşkı. yani “Zât-ı ilâhiye”yi sembolleştirerek terennüm etmiştir. Mesnevi’sinde, “Hakiki maşuk olan Allah’dan başka bir temaşası bulunan âşk. âşk olamaz, saçma-sapan bir sevda olur” buyurdukları gibi, Mevlâna’daki âşk, tam anlamıyla ilâhi âşk’tır; başka hiç bir şey değildir ve olamaz. Mevlâna, coşkun âşkını Şems’in adında sembolleştirmiştir. Kendisinden yirmi yaş fazla 60-70 yaşındaki bu derviş, Mevlâna’da öz cevherini bulduğu ilâhî âşkı olgunluğa ulaştırmış, yokluğu ile de Mevlâna, O’nu âşkın sembolü yapmıştır. Bu sembol Allah’ın cemâl ve celalim imâ eder. Mevlâna, ezeli maşukun yüzünün aksını ve nurlu ışıklarını her yerde görür. Tebrizli Semseddinde bu nurlar; gören Mevlâna onu bunun için över. İlâhî vecdin verdiği mestligi, şarabın mestliğine benzetmiş, şarabı da âşk şarabı olarak sembolleştirmiştir. ilâhî âşkın, yakıcı sarhoşluğu bu.. Şiirlerindeki bağ, gül ve bülbül, hepsi de birer semboldür. Asıl maksat Allah’tır.Bir rubaisinde bunu şöyle dile getirir: “Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O’dur. Attı yönde ve altı cihet dışında Mâbud O’dur. Boğ, bülbül, semâ ve sevgili.. Hepsi bahane, maksat daima O’dur.” İşte Mevlâna’daki âşk ve sevgili.. Çünkü o, herkesi seviyor, herkesi kabul ediyordu. Onca insanlar ceset ve kalıp itibariyle çok, fakat maya ve ruh bakımından tekli. Bir rubaisinde “Yine gel, yine gel.. Her kim olursan ol. yine gel.. İster kâfir ol, ister mecûsi, ister putperest. İster yüz kerre bozmuş o! tövbeni..” diyor ve ilâve ediyordu:“Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. Nasılsan öyle gel..” Bütün bir insanlığı çağırıyor, aydınlık, nurlu kapısında, onlara gerçek yolu, Hak yolunu gösteriyordu. Bu çağrıya uyanlar, onun etrafında kümeleşiyor. hidayet yolunu seçiyorlardı. Bilgini, cahili, zengini, fakiri, köylüsü-kentlisi, sultanından çobanına kadar Mevlâna’nın kapısında, ona uyanlar arasındaydı. Bu ilâhî bir çağrıydı. Konya bir gönüller yurdu, âşıklar kabesı olmuştu. Nitekim bu çağrı Mevlâna devrinde de, Mevlâna’dan sonra da gönüllerde aksini bulmuş, onun mübarek türbesi, onu sevenlerin bir sığınağı, zıya retgâhı olmuştu. Artık simdi Mevlâna cağrılıyordu. Gecen yılların Mevlâna ihtifallerinde biz de Ona şöyle sesleniyorduk artık: Gel. yine de gel. yine de… Gel, cana can ver, imâna imân, Gel vuslatı hasretinden güç olan.. Dillerde senin adın. gönüllerde sen… Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen.. Her yüzde sen, her yönde sen. Ey köpük köpük aşk olup coşan Ey semâ semâ dökülen, taşan.. Gel.. Ölümsüzlük tahtından haber ver bize.. Bizi bizden al götür, O Mesnevi ummanına. O İlâhî aşk kervanına. Ey yılları yıllara ulayıp aşan, Ey nesillerden nesillere ulaşan.. Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan.. Sulha, sükûna susamış cihan.. Yetiş imdada aman ey büyük dost.. Ey koca Sultan. Bir kerre değil asla, bin kerre gel. Yine de gel, yine de gel, yine gel. "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok. Nefsin, üzüm ve hurma gibi tatlı şeylerin sarhoşu oldukça, ruhunun üzüm salkımını görebilir misin ki? ------~~~~~~~~~~------------ Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de. İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir. Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?
Dört Yüz Sene Bir gün Hazret–i Mevlana’ya hanımı Kerra Hatun sorar: – Ah efendi, ne olurdu keşke dört yüz sene yaşasaydınız? Mevlana ciddileşir, hatta tatlı tebessümünü de kaybederek şu karşılığı verir: – A hatun, biz Nemrud muyuz, Firavun muyuz ki bu süfli cihanın dört yüz sene mihnet ve meşakkatini çekelim? Esasen bizim hapishaneden farkı olmayan şu alemde bu kadarcık kalışımız da birkaç hapsi kurtarmak içindir, yoksa ömrün bu kadarı bile bize fazladır, ne götüreceğiz yanımızda, hizmetten başka!
Mevlâna'dan hayat dersleri Bu dünya bir dağdır, Yaptıklarımızsa ses; Ses yankılanır, Gene bize geri gelir... * Edepsiz, yalnız kendine kötülük etmez; bütün çevreye ateş salar. Su, gök, edep yüzünden ışıklarla dopdolu bir hale gelmiştir; melek edep yüzünden suçtan arınmıştır, temiz olmuştur. * Ne vakte dek dünyayı zaptedeceğim, varlığımla şu dünyayı dolduracağım diyeceksin? Dünya, baştan başa karla dolsa güneş bir baktı mı hararetle hepsini eritir gider. * Ulu bir kişinin sofrası başında, ona karşı kötü zanda bulunmak, harisliğe kalkışmak küfürdür. * Öfke ile istek, insani şaşı eder; canı doğruluktan ayırır. Garez geldi mi hüner örtülür; gönülden yüzlerce perde gelir de gözün önüne çekiliverir. * Tavuskuşunun da düşmanı ayaklarıdır. Nice padişah vardır ki gücü kuvveti öldürmüştür onu. * Toprak emindir; ona ne ekersen hainlik etmez, onu biçersin. İlkbahar, Allah fermanını getirmedikçe toprak gizli şeyleri meydana çıkarmaz * Gözüne görüş gücü verdi mi, gözünde bu alem gibi yüzlerce alem peydahlanır. Sana göre bu dünya pek büyüktür, sonsuzdur ama bil ki Allah’ın gücüne karşı bir zerre bile değildir. Mevlana Celaleddin-i Rumi İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlana Celaleddin-i Rumi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneş, Muhammed Ali'nin bendesidir. Bugüne kadar gönüller tutuşturan ve bundan sonra da insanı etkilemeye devam edecek olan Veli, kutup, pir, insan-ı kamil, büyük şair gibi sıfatlarla isimlendirilen bu büyük insan hepimize ışıktır. Gönüller sultanı Hz.Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir, ilmin de hikmetin de, aklın da... O'nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birlik'tir. O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşit olarak insan kalbini saflaştırmış, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi alim Mevlana'yı tanısa yücelmektedir. O'nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır. O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, herşeyin Allah'ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır. Mevlana aziz ve yüce bir üstad'dır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL ABİDESİ'dir. Peygamber-i zişan'ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir. "İnsan yaratılmışların en şereflisidir" düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz.Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür. HZ. MEVLANA'YA GÖRE İNSAN HAZRETİ MEVLANA'NIN TASAVVUFU VE KİMLİĞİ MEVLANA CELALEDDİN RUMİ HZ.MEVLANA'NIN DİLİNDEN HZ.ALİ HZ. MEVLANA'YA GÖRE İNSAN Hz.Mevlana'da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeri benliğinde toplayan bir birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir. Bir rubaisinde şöyle seslenir: "Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil." Hz.Mevlana varlığın özü, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır. Hz.Mevlana şöyle seslenir: "Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki alemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgardan başka nedir?" Yüce Hüdavendigar "Mümin müminin aynasıdır" hadisini açıklarken şöyle konuşur: "Tanrı'nın adlarından biri de el-mümin'dir. İman eden kula da mümin denir. Mümin müminin aynasıdır demek,Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir." O halde Hakk'ı insanda görmek gerekir. Bunu yapmayan, görmesini bilmiyor demektir. Yine Mevlana şöyle seslenir: "Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da sen olur." "Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu. Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Alemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende." İnsanın bu şerefi bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür. İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve ıstırabıdır. Mevlana'nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir. İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır. Mevlana'ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir. "Tanrı, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne kabe olur." Mevlana yine bir beytinde: "Bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. Her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; O da senden ibaret." İnsan geçirdiği bu kadar maceraya rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir. Kendisini kuşatan dünyanın nice tufanına tanık olmasına rağmen kendi içinde sakladığı tufanların henüz idrakine varamamıştır. "Ademoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün." “İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar. O eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.” Ve yine şöyle seslenir yüce Mevlana: “Sen ya Tanrı nurusun ya da Tanrısın; onun mazharısın. Şu dönen göğü Tanrı'ya layık görme, yıldızlarla ayda irade, bir özgürlük var sanma. Güneşlerin güneşi sensin. Şu gök kubbede dönüp duran güneş başı bağlı bir topal eşek gibidir.” Din, dil, ırk ayırmayan, her şeyi ve herkesi Tanrı’nın bir parçası olarak gören yüce Mevlana’nın kadını bu düşüncenin dışında tutmadığını anlatmaya herhalde gerek yoktur. Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre Tanrı katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi alemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır. Hz.Mevlana aşkla, müzikle, sema ve şiirle beslenip gelişen bu dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş, her konuda olduğu gibi bu konuda da çağın ötesinde düşünmüş ve uygulamıştır. Kadını hayatın diğer parçaları gibi, belki de daha fazla önemsemiştir. Onları hayatın içine çekmeye çalışmış ve devrin şartlarına aldırmadan, hiç çekinmeden insanlığın kadınla birlikte var olduğu mesajını tüm aleme vermiştir. Mesnevisinde, “Kadın bir Nur’dur sevgili değil, kadın yaratıcıdır yaratılmış değil...” sözleriyle kadına bakışını çok net olarak tanımlayan Hz.Mevlana, onu “yaratan kudret” mertebesine çıkarmış ve yaratıcılığın simgesi olarak göstermiştir. O her şeyden önce, kadının kapanmasının ve örtülmesinin aleyhindeydi. “Fi-hi Mafih” adlı eserindeki bir fasılda, karısını örten kapatıp kimseye göstermeyen erkeği 'koltuğunun altına bir somun ekmeği saklamaya çalışan insan'a benzeterek kınamıştır. Gizlenmenin ve örtünmenin karşısındaki insanın daha çok merakını arttıracağını ve görme duygusunu kamçılayacağını belirten Mevlana bunun sadece kötülüğü arttıracağını ifade etmiştir. Kadının veya erkeğin değil, insanın iyisi ve zararlısı olduğunu söyleyen Mevlana, bu görüşlerini hayatında da uygulamıştır. O’nun bir çok kadın müritleri vardı ve onların davetlerine hep uyar, aralarına katılır onlarla şiirler okur ve onlarla sema derdi. Hz.Mevlana'yı seven kadınlar onun başına güller serperdi. Hz.Mevlana tek kadınla yaşamış, cariye ve köle kullanmamıştır. Oğlu Sultan Veled‘e yazdığı bir mektupta zevcesini hoş tutmasını, ona saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını belirtmiştir. Hz.Mevlana öyle bir potadır ki oraya atılan her madde, orada yeteneğine göre en uygun gelişimini bulmuştur. Oraya düşen her zerre güneşlere ışık salan bir hal almış, padişahlara buyruk yürütmüş, tahtsız taçsız gönüller hakanı sayılmış, ya da yokluğa karışmış, addan sandan geçmiş, insanlığa bir iksir olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir arayış gücü vermiştir. En güzel görüş Mevlana’nın nazarıyla beslenmiş, gelişmiş, en tatlı ses Mevlana’nın konservatuarında ahenkleşmiş, beste olmuş, en gerçek bilgi Mevlana enstitüsünde metodlaşmış, şaheser vermiş, en insani duygu Mevlana hareminde olgunlaşmış, kudret haline gelmiştir. Mevlana, kendisine gönül verenleri hem kendi asıllarına kavuşturan, hem içinde bulunduğu çağa göre, topluma göre en yararlı olacak şekilde yetiştiren bir “İnsanlık üniversitesidir”. HAZRETİ MEVLANA'NIN TASAVVUFU VE KİMLİĞİ Mevlana'nın tasavvufu, hiç bir zaman bir felsefe görüşü ya da hayali bir bilgi olmamıştır. O'nun tasavvufu, irfan, hakikat, aşk ve cezbe aleminde olgunlaşmadır. Her şeyden önce şunu söylemek gerektir ki O, herhangi bir fikri anlatırken mantıki tahlillere, felsefi düşüncelere başvurmaz. Hele O'nda sufilerde bir illet haline gelmiş olan ve İbn-i Arabi'de had şeklini bulup sonrakiler de müzminleşen, kişilerin her haline bir isim verme hastalığı yoktur. Tasavvuf terimlerini çok çok az kullanır. Zaten onun halkçı ruhuna böyle terimlerle izah, anlaşılmaz sözlerle anlatma uygun gelmeyeceği gibi halka hitaplarında da böyle terimler yer almazdı. O, gerek divanda gerekse Mesnevide Varlık Birliği inancının, kendi felsefesinin, moralinin izahını, halk diliyle ve halk psikolojisine göre tam bir uygunlukla, hikayeler söyleyerek, örnekler vererek ve atasözlerini anarak anlatır. Eserlerinde, "Kelile ve Dimne Hikayelerinden" eski sufilerden, halka ait hikayelerden, Tevrat ve Kuran kıssalarında rastladıklarından bahseder konuşur. Hatta bazen " Benim beytim beyit değil, iklimdir. Benim alay edişim, alay ediş değildir. Bir şey öğretmektir." diyerek çok açık hikayelerle halka hitap eden Mevlana, her şeyden önce ahlakı topluma öğretir. O'nda teferruata hiç yer yoktur. Mevlana, filozofları, yalnız aklı öne çıkarıp, duyguya ve oluşa önem vermediklerinden noksan görür. Onları çamurun içinden çıkmak için hareket ettikçe daha çok çamura gömülen eşeğe benzetir. Ya da raftaki şişeleri döküp içindeki yağları yere döktüğü için sahibinin kafasına vurmasıyla kel kalıp, dışarıda başı tamamen kel bir kalenderi görünce de " Sen de mi şişeleri yere döktün" gibi çok basit bir kıyas yapan papağana benzetir. Bir başka yerde de akıl sahipleri onun için, sidik birikintisinde yüzen bir çöpün üstüne konmuş ve haline bakıp da kendini uçsuz bucaksız bir okyanusun tek kaptanı gibi gören sinek gibidir. Mevlana'da yeryüzü ve yeryüzündekiler vardır. Gök, yeryüzünde yaşamamız için gölgelik eder bize. Gökte dolaşılmaz, yerde yaşanır. O Muhiddin Arabi gibi ne " arzı simsime" den bahseder, ne gökleri gezer, ne rüyasını yahut miracını anlatır, ne de ona malum olan şeyleri delil tutar. O'nda mekansızlık alemi neresidir sorusuna verdiği şu cevap, çok dikkate değer: " Erlerin canı ve gönlü" Zaten O, böyle teferruata, bu çeşit aslı olmayan hayallere kapılmayı hoş görmediğinden, hele bunları geçim vesilesi yapıp halka tuzak kurmaktan nefret ettiğinden, tasavvuf ehliyle de uyuşmamıştır. Suret Sufileri, yani taçla, hırkayla bezenen ve elbiseyle kendisini sufi gösteren riya ehlini şiddetle kınar. Sufilerin binde birinin doğru olduğunu, geri kalanın "tamah ehli "olduğunu açıkça söyler. Olgunlaşmadan şeyhlik satanları eleştirir, sözde şeyhlik davasına girenlere çatar, davullu bayraklı bir alay ham kişinin şeyhlik lafına sığındığını, bu çeşit adamların kendilerini Beyazıt yerine koyduklarını, dava yurdunda kendi kendilerine meclis kurduklarını, bunların adeta kendi kendilerine gelin-güvey olduklarını anlatır. Hatta tekkelerin ahlaksızlık yatağı olduğunu söylemekten de çekinmez. Mevlana'ya göre irşad(aydınlatma-doğru yolu gösterme), kamil yani olgun insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir: " Her devirde peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete dek sürüp gider. Diri ve faal imam o velidir. İster Ömer soyundan, ister Ali soyundan her şey onun hükmündedir. Hem gizlidir, hem gözönünde. O, nura benzer. Akıl onun Cebrail'idir. Ondan aşağıda olan Veli ise onun kandili gibidir. Bundan daha aşağı olan veli ise kandilin konulduğu yerdir. İleridekiler geridekileri görürler fakat geridekilerin görüşü ileridekileri göremez... "der. Ve kutbun insanların gözbebeği olduğunu, onu aramak gerektiğini anlatır. Yine mesnevide Kutup için: " O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığıyla geçinir. O akla benzer halksa onun uzuvlarıdır. Kutup kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O 'dur ! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver !! Yani insanı hakikatine götürecek bir kılavuz gerektir. Musa bile Hızır'ın hükmüne girdi de hakikate erdi. Zaten bütün dünya, o tek kişiden ibarettir. Fakat yalancı şeyhlere inanılmamalıdır. Yalancının hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya dek arayış içindeki kişinin ömrü tükenir. Yalancı şeyhler halkı aldatmak için dükkan açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur. Mevlana'ya göre süluk, yani bir tasavvuf yoluna girmek kendini unutmak değil, kendine gelmek, kendini bulmaktır. O'nun yolunda gerçeğe ulaşmak için evlenmemek gibi insan tabiatına aykırı şeyler hiç yoktur. Şehvet olmadıkça şehvetten kaçınmanın olamayacağını ve bununla beraber şehvet varken nefse hakim olmanın bir fazilet olduğunu söyler. O, gerçeğe ulaşmak için zikir, esma ve halvet de kabul etmez. "Addan sıfattan ne doğar? Hayal ... O hayal, ancak ulaşmaya bir delil olabilir. Madem ki delildir, delilin gösterdiği bir hakikat de vardır. Şu halde addan ve harften geçmek, ad sahibini bulmak gerek. Bunun için de varlıktan arınmak lazımdır. Cisme ait zikir, eksik bir hayaldir." sözleri bu kanaatini belirttiği gibi "Ağyardan yalnız kalmak gerek, yardan değil. Kürk, baharda işe yaramaz, kışın yarar" sözü de bu husustaki fikrini tamamiyle açıklar. Mevlana'ya göre zikir, ancak fikri harekete getirir. Fakat işin aslı hal ve cezbedir. Sonuç olarak Mevlana, esmayı değil aşkı ve cezbeyi ve bu ikisinin tezahürü olan, aşkı ve cezbeyi meydana getiren semayı esas olarak kabul eder. Mevlana'ya göre hakikati arayan kişi bunu ancak kendisinde bulabilir ve hakikati kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir hakikat yoktur. Kişi nefsani isteklerinden arınıp rahmani yöne önem verirse gün gelir aradığı hakikatin kendisi olur. O yüce sultan ise baştan başa hakikatin kendisiydi. Onun Tanrıya doyumsuzluğu o derecede idi ki meşhur bir şiirinde: "Enel Hak ", " Ben Hakkım, kadehinden bir yudum içen sızdı. Ben şişelerle, küplerle içtim yine de sızmadım " der. Hazreti Muhammed'e bağlılığı o derecededir ki o artık O olmuştur. " Bugün Ahmed benim. Ama dünkü Ahmed değilim" der. Hz.Mevlana' nın gerçeği tekamülü, şiirlerinde safha safha ve büyük bir açıklıkla görülmektedir. Günlük hadiselere kadar her şeyi bizlere söyleyen Hz.Mevlana, "Kanlar içine düştüğünü, bir sele kapılıp gitmekte olduğunu, paramparça bir gönülle yıldızlar gibi bütün gece dolanıp durduğunu" söyler. "Hakikatten bir işarette bulunan Hallac'ı, halkın dara çektiğini; fakat sırlarını duysa Hallac'ın onu dara çekeceğini" bildirir. Aşk sofrasına oturup o sofranın tuzuna bandığını, aşkın kendisine boğaz olduğunu, bu sebeple de varlığını bir lokma yapıp yuttuğunu anlatır. Kendisini eski erenlerle karşılaştırken hepsinin içip sızdığını, salına salına bahçeye gelmesinin tam zamanı olduğunu söyler: "Onlar hep gittiler, der; biz sağ olalım. Zamanın gönlü de biziz, canı da, bayraktarı da..." Bir başka gazelde de aynı şeyi söylerken "Ebedi içip sızmayan biziz" der. Özlü bir hazırlık devresinden sonra Şems'in gelişiyle bütün kaygılardan kurtulan, bir şiirinde kendi tabiri ile "Sarığını rehin verip seccadeden bezecek" bir hale düşen Mevlana yine kendi sözleriyle Ercesine adamcasına bir hamle etmiş, bilgiyi vermiş, bilinene erişmiştir. Artık "toprağı inci haline getirecek, çalgıcıların teflerini altınla dolduracak, susuzlara sakilik edecek, kupkuru toprakta Kevser suları akıtacak, yeryüzünü cennete çevirecek, gamlıları Sultan ve Bey, yüzlerce kiliseyi mescit, yüzlerce darağacını minber yapacak" bir haldedir. "Buyruğunu bozacak yoktur O'nun. Dilediğini kafir, dilediğini mümin eder O". Bir kuldur ki, sahibini azat etmiştir. Daha dün şu alemde doğmuştur ama eski dünyayı bayındır hale getiren O'dur. "Kimin hırkasını dikerse o çıplak kalmaz artık. Kime çare olursa, çaresiz hale düşmez o. Kimin mevkii, kimin rütbesi olursa, kimse elinden alamaz o mevkii. İnci haline gelen katı taş, tekrar taş olmaz. Özlem çekenlerin kıblesi kesilen, yıkılmaz. Sükut edenlerin Mushafı şu Mushaf gibi parçalanan otuz cüz haline gelmez. Kendisini seveni ona gönül vermiş canları öyle temin eder. "Seni bir an bile yalnız bırakmam. Her an seni biraz daha yüceltir, biraz daha fazla ağırlarım And olsun tertemiz zatıma , and olsun saltanatımın güneşine ki Seni lütuflarımla yüceltirim. Yüzünü nurumla nurlandırır, başını on parmağımla kaşırım." Hacca gidenlere; " Nereye gidiyorsunuz nereye? Sevgili burada. Buraya gelin buraya!"diye çağırır. Mesnevi'yi sunarken de bunun bir vahiy olduğunu apaçık anlatan Hz.Mevlana bu sözleri söylemek için Muhiyiddin Arabi gibi rüyalar görmeye," Hatm-i Vilayaet "makamına sahip olduğunu iddiaya lüzum bile görmez. Zaten onun saltanatı, bir halk saltanatıdır. Bu kadar yüksek bir iddia bile, onun halkçı ruhunda bir ferdiyet yaratmaz. Yine onun sözlerinden alıntılarla söyleyecek olursak: " Rüşvet ve para padişahı değildir O, paramparça gönül hırkalarını diken bir padişahtır. Yolda ister ayı olsun, ister aslan, ercesine bir hamleden başkasını bilmez O. Garez tohumunu ekmediğini, yokluğun sığındığı er olduğunu, tamah sırtını hiç kaşımadığını" söyler. Bütün dünyaya, ne din farkı ne mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana, hepimizden de bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister. "Birlik şarabını ver, hepimizi aynı gecede sarhoş et de hepimiz toplanalım, Görünüşteki ayrılıkları, aykırılıkları bir anda giderelim. Benliğimizden geçtik mi, su rengini alır, her kabın şekline uyarız. Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz de kapı yoldaşlarıyız." Ona öyle bir aşık gerektir ki kalktı mı her yandan ateşli kıyametler koparsın. Cehennem gibi bir gönül gerektir ki ona, cehennemi unuttursun, yüzlerce denizi yakıp kurutsun. Bir dalgadan bir deniz meydana getirsin, gökleri eline alsın, sıksın, bir mendil gibi buruştursun. Zevalsiz ışığı bir kandil gibi gök kubbeye asakoysun. "İnsanda bu cesaret olmadıkça neye yarar. Gönlünü yıkamamış Adem, istediği kadar yüzünü yıkasın, abdest alsın, namaz kılsın boştur." İnsan onun deyimiyle, hırsla bir süpürge olduktan sonra, elbette daima hep toz içindedir. Bu çeşit adamların kendisini anlayamayacağını da bilir O. Ve bir gün "falan sizi övüyordu diyene" söylediği şu sözler, bu bakımdan ne kadar manalıdır. " Ne haddine ki o, beni övsün! Eğer sözlerimi övüyorsa harf, ses, dil, dudak, baki değildir. Bunlar asıl değildir. Asıl olmayan kalmaz, geçer gider. Yok o beni zatım bakımından tanıdıysa hakkı vardır, övebilir." Hz. Mevlana'nın yolu aşk ve edep yoludur. Hak yolunda olduğunu söyleyip, bu yolun gerektirdiği edebi yerine getirmeyen, benliklerinde kalan kişilere, söylediği şu sözler ile Hak yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir: " Efendi! Bilmiş ol ki edep, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi! Edep, Hak erinin göz ve gönlünün nurudur. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, aç ve gör, şeytanın katili edeptir. İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o insan değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir. İman nedir diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağıma seslenerek 'İman edeptir' dedi." Kendisine inanan insan Mevlana, ölmezliğine de inanmış , "Topluluğun rahmet olduğunu duydum, bu yüzden halka candan kul oldum." sözüyle gerçek saltanatının gönüllerde olduğunu bildirmiş, " Her günüm cumadır, hutbem daimi. Minberim yüceliktir, yerim erlik" beyitiyle bu saltanatın hiç bir zaman ferdi olmadığını açıkça belirtmiştir. Kendi hakikatini söylediği şu cezbelerinde ise bizi yüceliği ile büyülemektedir. Ve cihan sultanı Hz. Muhammed Mustafa'ya nasıl bende olduğunu, O olduğunu söylemektedir:
"Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin. Mustafa yine geldi iman edin. Dokuz felek ile her felekte bir zaman dönüp dolaştım. Senelerce yıldızlarda, burçlarda devrettim. Bir müddet görünmedim, O'nunla idim. Lahutiyette Hakka en yakın idim. Ana karnındaki çocuk gibi gıdamı Hak'tan aldım. İnsan bir kere doğar, ben bir çok defalar doğdum. Cisim hırkasını giydim işler gördüm. Çok kere bu hırkayı kendi ellerimle yırttım. Geceleri zahitlerle mabetlerde sabahladım. Kafirlerle puthanede putların içinde uyudum. Kıskancın acısı benim. Hastanın şifası benim. Hem bulut, hem yağmurum, çayırlara yağarım. Ey derviş! Benim eteğime asla fanilik tozu konmadı. Sonsuzluk aleminin bağında ben bol bol gül topladım. Ben sudan, ateşten, inatçı rüzgardan, şekle girmiş topraktan değilim. Evlat ben tertemiz nurum. Tebrizli Şems'te yok olmuşum. Eğer beni gördüysen kimseye gördüğünü söyleme"
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ Hz.Mevlana'nın İnsan Hayatının Sona Ermesine Ait Bakışı 17 Aralık 1273' te o güne kadar insanları hayalden kurtarıp gerçeğe davet eden Hazreti Mevlana son nefesini verirken, Hakk' a kavuşmadan önce şöyle seslenmiştir bize: "Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma. Bana ağlama, yazık yazık deme. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık diye feryat etme. Beni toprağa verirken elveda elveda diye ağlama. Gün batımını gördün ya gün doğumunu da seyret. Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. İnsan tohumu hakkında niye yanlış bir zanna düşüyorsun." Mevlana insanoğluydu. Bütün dinlerin aslını idrak eden ve bütün dinlerin üstüne çıkan insan Mevlana, insana secde ediyordu. İnsanlık ve sevgi dininin kurucusuydu. Birliği müjdelemişti. Halkı ve mukaddes kitabı kucaklamıştı. Dünyayı daim bir oluş alemi görerek ölümü de pek tabii buluyordu. Hatta ona göre ölüm sallanan bir dişin düşmesinden başka bir şey değildi. Dünya ve hayat daimi bir oluştan başka birşey olmadığından yıpranmaz ve eskimez, zamandan zamana değişir ve tazelenirdi. Bu yüzden düşen dişin yerine mutlaka yenisi çıkacaktı. Bu bakımdan da O, alemdeki ebediliğinden emindi. Bakın Hazreti Mevlana nasıl sesleniyor: " Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibidir. Bedenimi içince, canım göklerin üstüne çıkar. O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazgısı ebediliktir." Hazreti Mevlana gerçekten de bu ebediliği kazanmştı ve o artık gönüllerdeydi. Bir başka seslenişinde şöyle buyuruyor: " Ben görünen ve görünmeyenim. Uykudaki göz gibi açığım ve gizliyim. Varım ve yokum. Gül suyundaki koku gibi. Söyleyen ve susanım kitaptaki yazı gibi." İşte basit gibi gözüken fakat tüm evreni kapsayacak kadar mana dolu olan bu sözlerle Hazreti Mevlana kendi makamının da ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor ve hiç bir zaman yokluk ve tevazudan ayrılmıyor. Hak'la var olduğunu ve onun bir gölgesi olduğunu her fırsatta ortaya koyan Hazreti Mevlana bir rubaisinde kişiliğindeki manevi enginlikten şöyle bahsediyor: "Ben, hem aşık, hem de maşukum. Ben hem aynayım, hem güzelliğim, hem de güzelliği seyreden."
HZ.MEVLANA'NIN DİLİNDEN HZ.ALİ "NA'AT-I ALİ" Mevlana Celaleddin RUMİ, Divan-ı Kebir'den Seçme Şiirler, Cilt I, Sh.3-6 Çeviren: Mithat Bahari BEYTUR, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1989 "O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekanda, zamanda Hakla duran o imamın zatı, iç ve dış temizliği ile vasıflanmak vaciptir. Çünkü küfürden, ikiyüzlülükten kurtulmuştur, temizdir... Onun toprağı birlik alemidir. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Herşey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zatı gibi O bakidir. Hakkın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrı'nın zatına yapışmış "O" olmuştur. Hani duyduğun lahutun gizli hazinesi yok mu; işte o odur. Çünkü o, haktan hakla görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksat, yüce Ali'dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilemez. Zira o hakimdir, herşeyin bilginidir. İptidasız evvel o idi, sonsuz ahir de o olur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikaten odur. Yüzünün nurlu parıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O,hak iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir. Ademin toprağı onun nurundan idi, o sebeple meleklerin tacı oldu; Allahın isimleri ondan belirdi. O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde Adem, herşeyi anladı. O nur tek olan yaratanın nuru olduğu içindir ki, melekler onun huzurunda secde ettiler. Evet, muhakkak ki, Adem, O imamın nuru ile bütün ilahi isimleri bildi... Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi. Nuh,kendini yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehirde gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu. Nemrudun ateşi, o Allahın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu. Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail'e kurban etti. Yusuf kuyuda onu andı da, o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup, onun önünde birçok inledi de Yusuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran'ın oğlu Musa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: "Yarabbi! Bana bu lutfundan bir alamet ver." Hak ona: "İşte sana nurlu eli verdim" dedi. Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadaş oldu da İsa vücuda geldi... O, şeriatte ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir. İki cihanın sultanı Muhammed, hakka yakınlık gecesinde, Allaha kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü. Ali'nin nutkunu, Ali'den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali'den başka bulunmaz.{1} Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir. Söyleyenler söylerler, susarlar. O, susmaz, söyler. Ebedi ilim, onun göğsünde parlayıp göründü. Vahyolunanların sırlarını, o hakikat olarak bildi ve bildirdi. Ümmetlere haykırdı: -Allah yolunda Ali sizin kılavuzunuzdur. Allaha içi doğru olanlar yüzlerini ona çevirmişlerdir. Zira o şahtır, doğru yolu gösterendir, efendidir... O, bütün peygamberlerin sırrında idi. Cenabı Mustafa: -Benimle açıkça beraber bulundu, dedi.{2} Dinde evvel, ahır o idi. Allah ile içli dışlı o idi... İşte bunları söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini öğrenesin de yüksek velayete eresin. Sence apaçık bilinsin ki, hakikatte yüce olan O'dur. Ey efendi, benimle boşuna kavga etme. Bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz bir zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz O'dur. Ey Şems-i din! Mademki sen aşıksın, Mevlana için aşkta canını feda et ki, canın canana kavuşsun ve aşka ulaştırıcı kılavuz olasın. {1} Çünkü Tanrı Kuran'da kendini Ali diye vasfediyor. {2} "Tanrı Ali'yi her peygambere gizli gönderdi, benimle ise açık gönderdi"hadisi şerifinden alınmıştır.
Mevlâna Şems İle Başbaşa Mevlâna daha ilk gün: — Ey Şemseddin Tebrizî, ey mânâ âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil ama, sadık bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım, oğulların ve kızlarındır, demiş, hizmetine koşmuştu. Şems, Mevlâna'yı bir kere daha denemek istiyordu. Bir zamanlar Evhadüddin-i Kirmâni'ye yaptığı gibi Mevlâna'ya da şarap getirmesini söylemiş, Mevlâna herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında Şems'in bu arzusuna boyun eğmiş. O zaman Şems: — Biz seni tecrübe ettik, sen bizim tahminimizin de üstünde bir ermişsin. Meğer sen hiçbir ferdin taşıyamayacağı yükü. kılın titremeden omuzlayabilecek kâmil insanmışsın. Şende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk olamaz. diyerek şarabı döktürmüş, Mevlâna'ya sarılmıştı. Mevlâna ise birkaç günlük bir sohbetten sonra. Şems'in eşi bulunmaz bir mürşid olduğuna kanaat getirmiş, onda mutlak kemâlin varlığını, cemâlinde Allah nurlarını görmüştü. Mevlâna'nın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mânâ ile dolmuştu. O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlariyle sevilen bir hatip, fetvalariyle şer'i müşkülleri halleden bir halk müftüsü olan Mevlâna Celâleddin, şimdi herkesten, herşeyden uzak, Şems'in sohbetiyle donanan aşk sofrasına bağdaş kurmuş, kana kana içiyordu. — Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişane bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim, kürsüm vardı. Şimdi ise gönül kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni!.. diyordu. Şems, önce Mevlâna'yı mütalâadan, kitaplarından sıyırmıştı. Derler ki, bir gün medresedeki havuzun başına oturmuş, Mevlâna'nın kitaplarını birer birer suya atmaya başlamıştı. Bu sırada Mevlâna içeri girivermişti. Baktı ki. yıllarca göz nuru döktüğü kitapları birer birer havuza atılmış, havuz mürekkep deryası haline gelmişti. Bu kitapların arasında Belh'ten göçtükleri sırada. Nişapur'da Feriddün-i Attar'ın hediye ettiği"Esrarnâme" adlı eseri de vardı. Şöyle ki: Sulan'ül Ulema Bahaedin Veled, beraberinde henüz çocuk yaşında olan oğlu Mevlâna Celâleddin ve ailesi olduğu halde, Belh'ten göçerlerken Nişapur'da konaklamışlar,burada devrin büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar'la görüşmüşlerdi. Feriddüddin-i Attar. küçük Mevlâna'nın zekâ ve bilgisine hayran olmuş. "Esrarnâme" adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlâna. bu eseri defalarca okumuştu. Şems'in onu da havuzdaki suya atmasına gönlü razı olmadı. Şems bunu hisseder hissetmez, elini havuza daldırmış: — Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlâna'ya uzatmıştı. Hayret. Esrarnâme tozuyla duruyordu. Sanki bir havuz dolusu su içinden değil de, kütüphane rafından alınmıştı. Şems: — Aşk ilmi medresede öğrenilmez, diyor, Mevlâna'yı okumaktan menediyordu. Hattâ babası Baha Veled'in "Maârifini bile okumasına müsaade etmiyordu. Hele Mevlâna'nın çok sevdiği Mütenebbi Divânı'na kızıyordu. — Mütenebbî de kim oluyor? O, senin atına seyislik bile edemez! diyordu. Mevlâna. Şems ne derse onu yapıyor, her hareketinde Şemse uyuyordu. Oğlu Sultan Veled, onun bu halini şöyle tarif eder: — "Ansızın Şemseddin çıkageldi. O'na ulaştı. Mevlâna'nın gölgesi O'nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona, maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna'ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems'e uydu. Şems maşuk erenlerindendi." O'nu da o âlemde mâşukluk cihanına davet etmiş, bu cihanda her ikisi de yanıp kavrulmuştu. Onsuz huzur bulamayan, neşesi kaçan Mevlâna, can gözüyle âlemi görmeye başlamış, aylarca başbaşa sohbet etmişlerdi. Şems, Mevlâna'ya "semâ"nın zevkini tattırmış, O'nu bu yolda irşada başlamıştı. Semâ varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fânilik içinde beka zevki almaktı. Semâ, âşığın gıdasıydı. Zira semâda sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı. Bu vuslatın zevkini alan âşık. artık zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmaktadır. Mesnevi'de "zamandan, zaman kaybından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allah'a mahrem olursun" deniliyordu. Şems, Mevlâna'yı, semâ etmesi için teşvik ediyor ve diyor ki: — Semâ ediniz, Hakkı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları ve mânevi halleri çoğalır.. Çok eskiden beri, filozofların, mutasavvıfların, hattâ peygamber ve velilerin semâ ettikleri, semâ'da Hak'kı zikrettikleri biliniyordu. — Semâ ediniz. Hakk'ı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları da yoktu. Âşık ve maşuk vardı. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir itimatla bağlanır, onun izini izlerdi .Bu yolda bazan, âşıkla, maşukun hangisi olduğu dahi ayırt edilemez, ilâhî irşad karşılıklı olur, bu aşk remizlerle ifade edilirdi. İşte bu ilâhi aşk ve cezbe. Allah sevgisi, Mevlâna'yı da. Şems'i de kendilerinden geçirmişti. Bu cezbeyle semâ ediyorlardı. Feleklerin onlarla beraber her zerrenin güneş etrafında ilâhi bir cezbeyle döndüğü gibi. kendilerinden geçerek semâ ediyor, yalnız Allah'ı zikrediyorlardı. Şems: — Allah'ın tecellisi. Allah erlerine semâda daha çok vakî olur. Onlar kendi varlık âleminden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır. Hakk'ın likasına ulaştırır, diyordu. Semâ esnasında her hareketin bir ilâhî mânâ ve ifadesi vardı. Semâ'da çark atmak, ani dönmek. Allah'ı her yönde görmeyi ve her yönden feyz almayı, ifade eder. Ayak vurmak, nefsini ayaklar altında ezmek ve ona galebe çalmak demekti. Kollan yana açmak, kemâle yöneliştir. Semâda secde, kulluğun ta kendisidir. Düne kadar, ardına dek açık olan Mevlâna'nın evi. bugün iki can dostun üstüne kapanmış duruyor, arasıra "Hakk" nidaları, "dost!" haykırışları, rebâp ve ney sesleri duyuluyordu. Şems geleli üç-dört gün olmuştu. Bu üç-dört gün içinde odalarına yalnız Sultan Veled girmiş, yalnız o hizmetlerini görmüştü. İki dost. tek sözle Hak'kın kapısında. Hak'ka yönelmiş sohbet ediyor, bu soh bete kulak misafiri olan Sultan Veled, bazen kendini tutamayarak ağlıyor, inliyordu. Medresenin küçük odası sanki bir arş evi idi. Bu arş evinin mânâ yükü ağırdı. Kimse bu sohbete dayanamaz, bu mânâyı kavrayamazdı. Bu bir âşk potası idi. yanan, yakılan bir pota... Bu potada Mevlâna, Şems'Ie birlikte yanıyorlardı. Şems irşadlarına devam ediyordu. — Arif o kişidir ki, dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğuna doymaz. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur. Şems, mânevi ilimler bahsinde şunları söylüyordu: — Mânevi ilim, üç şeyle elde edilir. Zikreden dil, şükreden kalb. sabreden ten. İlimsiz bir vücud. susuz bir şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu, perhizle , ahlâkla, cehid ve gayretle sulandırmalı ve bezemelidir Mânevi cömertlik için de diyor ki: — Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan da can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. Peygamberlerin izzeti peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda, velilerin izzeti ilimde, fakirlerin izzeti kanaatte, zenginlerin izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti de halvettedir. Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. Dostluk için de şöyle buyuruyordu: — Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur. Şems, bir taraftan irşadlarına devam ediyor, diğer taraftan günlerce devam eden riyazatlarla Mevlâna'yı pişiriyordu. Zaten bu gelişmeye hazır olan Mevlâna, Şems'le tanıştıktan sonra Şems'i bile geçmişti. Şems bunun farkındaydı. Mevlâna bir gazelinde şöyle diyordu: — Seher çağı. gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay, beni kaptı, gökyüzüne uçuverdi.. Kendime baktım göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can âlemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezelî tecelli sırları, tamamiyle anlaşıldı. Yine bir gazelinde Mevlâna, bu değişikliği şu beyitlerle terennüm eder: — Âşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum sarhoşum, kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı. Koruktum, üzüm oldum şimdi. Artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki. Halk, "Böyle olmamak gerek" diyor. Böyle değilim ben de, beni, o böyle yaptı. Ve yine: — Çöp atlayamazdım. zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat, hangi dağ var ki, senin anısın, onu saman çöpü gibi kapıp gitmesin. Seni övmek gerçekten de adamın kendisini övmesidir. Çünkü, güneşi öven kendini övüyor demektir... Bir gün Mevlâna, hane halkına Şems'in büyüklüğünden, onun Allah'a olan yakınlığından ve sayısız kerametlerinden uzun uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, arasıra gidip gönlünü almalarını tenbih eylemişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, Şems'in hücresine giderek elini öpmüş, hizmetinde bulunmuştu. Şems ansızın yapılan bu ziyarete bir mânâ veremeyerek: — Veled ne oldu sana böyle? Fazla lûtufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun... demişti. Sultan Veled: — Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır. — Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüzbinlerce benim gibi Şems-i Terbizî, onun büyüklük burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, gayb âlemlerini gördüğüm halde, Mevlâna'ya ulaşamadım. Artık, O'nun hakikatına kim erişebilir?.. Şems ve Mevlâna her ikiside büyüklük burcunda birbirlerine hayran, birbirlerini seyrediyorlar, karşılıklı irşad günlerce devam ediyordu. Onlar böyle bir hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir dünya için için kaynıyordu. Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlâna'nın böyle birden bire ortadan kayboluşu, medreseyi, talebelerini terkedisi, müridlerine yüz çevirişi, önce herkesi şaşırtmıştı. Mevlâna'yı bir müddet kendi haline bırakmışlar, fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre, bunca yıldır hembezm oldukları Mevlâna'nın, Şems gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen bir dervişe uyarak, her şeyden elini eteğini çekişine bir mânâ veremiyorlardı. Mevlâna'ya karşı duydukları aşırı sevgi, onları kıskançlığa sevketmişti: — Bu ne haldir? Mevlâna'yı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? diyor, hattâ bazen çok ileri gidiyorlardı: Şems denen bu derviş geldi. Mevlâna'mızı bizden alıp başka âleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, Mevlâna'yı bunca yıllık müridlerinden soğutsun, onu mütalaadan, kitaplardan ayırsın. Olacak şey mi bu? Büyücü mü bu adam, sihir mi yaptı da bizden ayırdı. Halkı vaazından, talebeyi medresesinden mahrum etti. Bir gece sohbet ederlerken kapı vurulmuş, dışarıdan kalabalık bir güruh; ”Şeeeems dışarı çıkkk!” diye bağırmıştı. Mevlana yaklaşan acı kaderi sezmişçesine: ”Çıkma” diye yalvardı. Zat boyutundan, Hikmetten öte Kudretten bakan Şems gülümsedi: ”Telaşlanma, verdiğimiz sözü tutma vakti gelmiştir” diyerek kapıya yöneldi. Mevlana: “Ne sözü, nereye, niyeee?” diye yapıştı ellerine… Şems, yıllardır sakladığı sırrı söyledi: “Şam’da Rabbime yalvarmış, aşkımı seyredeceğim bir ayna istemiştim. Rabbim seni verdi, sende seyrettim…” İyi işte, seyre devam edelim, dedi Mevlana. Şems; ”Rabbim de bana demişti ki, o aynayı verirsem ne bağışlarsın? Tereddütsüz şöyle demiştim; Başımı veririm!…” Şems dışarı çıktı. Sadece bir “ALLAH” nidası duyuldu. Ay ışığında yerde üç beş damla kan seçiliyor, ama ne baş, ne ceset, ne de katiller gözükmüyordu!… Aşkları sır olmuştu. Mevlana’yı sahiplenenler, Onu paylaşmak istemeyenler şehit etmişti Şems’i. Aşkın doğasıydı en yakın çevrenin tahammülsüzlüğü!… Aşkın doğasıydı Firkat!.. MUHAMMED ŞEMSÜDDİN TEBRİZİ İsmi Muhammed bin Ali-dir. Güney Azerbaycan-ın merkezi olan Tebriz-de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya-da şehîd edildi. 0, tahkik erbabının müşküllerini halledici, temyiz ehli olan ulemanın rehberi, velayet ehlinin aşk sultanıdır. Şeyh Şemsüddin Tebrizi hazretleri, Şeyh Rüknüddin Sücasi hazretlerinin dervişlerinden ve seçkin halifelerinden biriydi. Kendisi --Şeyh Ebu Bekri-z-Zenbil-i Bakılani-- ve --Şeyh Kemal-i Hocendi-- ile bir çok sohbetlerde bulunmuş, aralarında nice dostluklar ve sırlar geçmişti. Şeyh Şemsüddin-in ismi --Haddâdar b. Muhammed b. Ali b. Melikdâd-i Tebrizi--dir. Kendisi --Kutbü-l-arifin-- (ariflerin kutbu) ve "İmamü-l-aşıkin" (aşıkların önderi) Mevlana Muhammed Celalüddin Belhi/Rumi (K.S.)-in irşadına sebep olmakla meşhurdur. "Mürşid-i kamil-i mükemmeldir, Sözleri mücmel-i mufassaldır, Neş-esin verdi Monla Hünkara, Anı inkar eden muattaldır." Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz-de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisinin menkıbelerinden birisinde şöyle anlatmışlardır. Şeyh hazretleri:"Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, -Sırr-ı Muhammeddiyye- aşkından kırk gün geçse de aklıma yemek ve içmek gelmezdi.Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; "Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir?" dedi. Ben de ona; "Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim." diye cevap verdim."buyurdu. Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya değer vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine "Uçan güneş" dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı. Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı. Muhammed Şemsüddin Tebrizi, daima seyahat eder , gittiği yerlerdeki irfan meclislerine ve sohbetlerine katılırdı. Ebû Bekr-i Kirmânî-den ve Bâbâ Kemâl-i Cendî-den feyz aldı. Şeyh Baba Kemal Cendi--nin meclisinde, --Leme-at-- adlı eserin sahibi --Şeyh Fahrüddin-i Iraki-- ile birlikte oldu. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl-in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders almaktaydı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl-e arz eder bildirirdi. Şeyh Baba Kemal, Şems-i Tebrizi-ye: ---Ey Şems, sen Fahrüddin-i Iraki gibi bazı sırları şiirlerle faşetmiyorsun. Yoksa senin gönlünde bir şeycikler yok mu?-- deyince; Şems: ---Sultanım, onlar güzel söze ve şiir kabiliyetine maliktirler. Şahid oldukları manaları ve sırları söz edebiyle, rumuz ve san-at elbisesi giydirip, halkı incitmeden söylemeyi bilirler. Amma ben buna muktedir değilim-- diyerek, boynunu büktü.O anda Baba Kemal Cendi Şemsüddin-e: --Ey Şems, sana öyle bir sohbet ehli nasib olacak ki, evvelki ve sonraki ilimleri senin namına şiirle inşa edip, bütün dünyaya duyuracaktır-- diye müjdeledi. Rivayete göre: Şeyh Kemal hazretleri hemen --Halvet-- emrederek, onları erbain-e koydu. Şeyh Rüknüddin-in vefatından sonra, Şeyh Kemal hazretlerinden --Meratib seyr--ini tamamladı. Erbain-de bir şişe ile çeşitli manalar ona açılıp, Mevlana Celaleddin-in tarafınca irşad edileceği, kendisine müjdelendi. Kendisi anlatır: "Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; "Seni bir velîye arkadaş edeceğiz." dediler. Ben de; "Peki o velî zât nerede bulunur?" dedim. Bana; "Aradığın velî Rum diyârındadır." dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda; "Daha bulacağın zaman gelmedi." dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; "Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir." diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm." Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâmın işareti üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz-den Anadolu-ya hareket etti. Önce Şam-a oradan Konya-ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti. Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya-ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Orada --Şekerriz Ribatı--na yerleşti.Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya-ya geldiğinde halk onun hakkında; "Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir?" dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; "Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlaraHak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu. Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. Kendisine verilen manevi emre uyarak, Molla Hünkar-ın medresesine giden yol üzerinde durdu. Molla Hünkar (Mevlana Celalüddin-i Rumi) ise bu sıralarda, medresesinde öğrenci ve müntesiblerine ders vermekle meşguldü. O gün öğrencileri ile birlikte ilmi meseleleri tartışarak, yol üzerindeki Kervansaray önünden geçerken , siyahlara bürünmüş bir derviş kılığında önüne çıkan tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O da; "İsminizi öğrenmek istiyorum." deyince, Mevlanâ; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu.Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Aralarında ne münasebet var.Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O-nun hürmetine yaratıldı. O ümmetin vasılı ve nübüvvetin mührüdür.-- diye cevab verince Şems ---Fakat Bayezid : "Leyse fi cübbeti sivallah" ( = Cübbemin altında Allah-dan gayri bir şey yoktur) demiştir-- deyince, Mevlana: ---Ma arefnake: Onu anlayamamışlar-- diye buyurdu. Şems-i Tebrîzî; "Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip;"Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî-nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi." Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere yığıldı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî-yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı.Şems hazretleri, Mevlana-ya bir an nurlu, kudret ve feraset nazarlarını yöneltmesiyle birlikte, Mevlana-nın gönlünü hemen kapıp aldı. Mevlana, katırından inerek, şeyhin ellerine sarıldı. Kendilerinden geçmiş, cezbe dolu bir ruh hali içinde Mevlana-nın evine geldiler. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." dedi. Oğlu --Sultan Veled-- ve kızı --Hayrünnisa-- onlan kapıda karşıladılar . Şems onlara da elindeki şişede bulunan şerbetten ikram ederek, onları da mest etti. Mevlana o sağraktan bir yudum ahnca, hemen kendinden geçti ve Şems-i kendi eline kesik başını almış, evinin önünde latif bir şekilde "sema" ederken gördü. Kendisi de "sema" ile Şems-in yakınlığını buIurdu. "0l sema içre oldu ana uruc, Rahmet-i Hakk -a eyleyince veluc--. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk-ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; "Âh babamın bulunmaz yazıları gitti." diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ "Bu nasıl işdir?" dedi. "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî-nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ-nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O-na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems-e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi." Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O-na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; "Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi. Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu. Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; "Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi." derdi. Bunu işitenler; "Niçin böyle söylüyorsun?" dediklerinde, onlara; "Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir?" diye cevap verirdi. Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu. Sirâceddîn anlatır: "Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî-nin bulunduğu bir mecliste; "Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?" diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; "Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır." derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık." Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî-nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur-ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; "İnşâallah her gün Kur-ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur-ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu. Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; "Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır!" diye duâ etti.Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden "Allah!Allah!" sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; "İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp "Allah! Allah!" demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk-ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu. Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır; "Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî-yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems-in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; "Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ-nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ-nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz." buyurdu." Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk-a; "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk-a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; "İste ey Şems!Bütün dileklerin yerine getirilecek." diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-iTebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte"Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle." dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu. Mevlânâ Celâleddîn ileŞems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ-nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ-nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya-ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ-nın oğlu olsun da, Tebrîz-den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya-da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam-a gitti. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ-yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems-in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems! Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam-a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; "Şems-i Gördüm." diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî-yi Şam-da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; "O, Şems-i Tebrîzî-yi görmedi. Yalan söylüyor" deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu SultanVeled-i Şam-a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; "SüratleŞam-a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et." dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam-da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî-yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı.Konya-da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ-dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya-ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled-in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya-ya yaklaştıklarında Mevlânâ-ya haberci gönderip, Konya-ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya-da tellâllar bağırtılarak, Şems-in Konya-yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya-da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems-in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur-ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur-ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ-nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled-in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ-ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled-e verdim. Eğer Sultan Veled-in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi. Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ-nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems-e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler. Şems-i Tebrîzî hazretleri,Mevlânâ-yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ-nın hiç görünmemesinden dolayı Şems-e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled-e; "Ey Veled!Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ-dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" dedi. 1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ-ya; "Beni katletmek için çağırıyorlar." dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled-i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ-nın oğlu Alâeddîn de vardı.Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî-nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; "Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin." buyurdu. Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler. Kabri "Emir Bedreddin Medresesi"nde Konya-dadır.Feyzli bir makam olan kabr-i şerifleri 1952 yılında restore edilerek ibadete tekrar açılan adını taşıyan mescid içerisindeki sandukanın alt kısmında, bulunan mahzende şehid edilerek atıldıkları kuyunun yanıbaşındadır. Şems-i Tebrîzî-nin Dilinden Hikmetler: Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; "Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız?" dedi. O da; "Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir." buyurdu. Soruyu soran; "Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim?" diye tekrar sordu. "Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakk-a ulaşmasına mânidir." buyurdu. Bir defâsında da; "Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O-nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz." buyurdu. "İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden." "Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir." buyurdu. Şems-i Tebrîzî hazretlerine; "İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler. Cevâbında; "Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir." buyurdu. "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?" diye sordular. Buyurdu ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir." Cömertliği sordular, buyurdu ki: "Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet-i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar." "Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem-e götürür." "İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir." "Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet-e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur." Şems-i Tebrîzî-den Salât ü Selâm Bihamdillah direm Allah Alıp aklımı fikrullah Dilimde zâtın esmâsı Bana üns oldu zikrullah Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah Bu tevhidden murâd ancak Cemâl-i zâta ermektir Görünen kendi zâtıdır Değil sanma ki gayrullah Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah Ben ol pervâneyim geldim Düşüp aşk oduna yandım Yanuban küllü yandım Beni yaktı aşkullah Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah Gönül âyinesin sûfî Eğer kılar isen sâfî Açılır sana bir kapı Ayân olur Cemâlullah Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah Şems-i Tebrîz bunu bilir Ehad kalmaz fenâ bulur Bu âlem küllü mahvolur Hemen bâkî kalır Allah Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah
YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam-danKonya-ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi. Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu. ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî-ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî-ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu.Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi.Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi.Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, banaAllahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. BAŞKA ÇÂRE YOK Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O-na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez." Kaynaklar: 1) Lemezat-ı Hulviyye, s.293-295 , Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayını. 2) Menâkib-ül-Ârifîn; c.1, s.82 3) Nefehât-ül-Üns; s.520 4) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.16 5) Kâmûs-ül-A-lâm; c.4, s.2872 6) Risâle-i Sipahsalar 7) Menâkıb, Millet Kütüphânesi, Feyzullah Efendi Kısmı, No: 2142
"Mevlânâ, Şems"in de etkisiyle, -kâl-e değil -hâl-e, söze değil davranışa, nazariyata değil tatbikata önem veriyor, yaşanmayan, uygulanmayan bilgilerin, insana fayda vermeyeceğini, bir yükten başka bir şey olamayacağını tekrar tekrar söylüyordu. Bir toplantıda, hep başkalarından bahsedildiğini, falan şöyle yaptı, filan böyle uçtu denildiğini, böylece işin lâfa düştüğünü, boşuna zaman harcandığını gören Şems birdenbire yerinden fırlar ve şöyle hitap eder: -Ne zamana kadar başkalarının sözlerini naklederek övüneceksiniz. İçinizden bir kişi çıkmıyor ki, -Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu- diye söze başlasın. Bu söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleridir. Bunlar kendilerine ait hâl ve makamdan bahsetmişler. Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyeceğiniz bir söz yok mudur?" Hz. Mevlâna’dan Altın öğütler Sevgiden acılar tatlılaşır; sevgi yüzünden bakırlar,altın olur; sevgi yüzünden tortular durulur,arınır; sevgiden dertler şifa bulur; sevgi yüzünden padişah kul kesilir. Eğer düşündüğün gül ise; sen bir gül bahçesisin; yok diken düşünüyorsan külhan kütüğüsün. Sen, anılması güzel olan bir söz ol.Çünkü insan,kendi hakkında söylenilen güzel sözlerden ibarettir Her ne istyorsan kendinde ara! Senin canının içinde bir can var,o canı ara! Dağın içinde bir hazine var,o hazineyi ara! Eğer yürüyen dervişi arıyorsan; Onu senden dışarıda değil,kendi nefsinde ara! Cenabetler elinde medem ki hamam tası; artırmaz kıymetini altundan yapılması. Resim ressama pençe vurmaya kalkarsa, kendi saçını sakalını yolmuş olur. Ululanmak zehirdir; kafana kibir yerleşince, kim seni kırarsa onu ezeli düşman sayarsın; birisi düşünceye aykırı söz söylerse ona kinlenirsin. Nice bilgin vardır ki, hakiki bilgiden, hakiki irfandan nasipsizdir. Böyle bir bilgin bilgi ezbercisidir; bilgi sevgilisi değildir. Aşk, hiçbir feleketten ders almaz. Yapacağın işte nefsinle fikir alışverişinde bulun ve ne derse aksini yap. Herşey incelikten, insan kalınlıktan kırılır. Ayna ve terazi yalan söyler mi? İyadet (hasta ziyareti) nafile ibadetten hayırlıdır. Beyaz ve siyah iki bayrak dikildi; biri Adem tarfından, diğeri iblis. İnsanların çoğu insan yiyicidir; onların selam vermelerine aldanma. İnsanoğlu bir hamur teknesi boyundadır; ama tabiattan da üstündür, kainattan da. Para dağıtmak, cömert için şereftir. Aşkın cömertliği ise canını feda etmektir. Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz? Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz? Suyun susuzu kandırması gibi, doğru söz de kalbe temizlik getirir. Dost yüzü görmeden geçen günler ya ölümdür, ya uyku. Dosttur, çöp değildir; Onu kırma. Bu dünya zindandır; biz de içindeki mahbuslar. Del zindanın duvarını, kurtar kendini. Dünya, velinin kıymetsiz oyuncağı; gafillerin değerli salıncağıdır. Gözünüzü açıp Kur’an’a bakınız. Allah kelamı olan Kur’an’nın bütün ayetleri edep öğretmektir. İnsanın ilim ve edebi, en büyük varlığıdır; eskimez, çürümez, kaybolmaz. Nize insanlar gördük üstlerinde elbise yok! Nice elbiseler gördük içlerinde insan yok! Ağaçlara su vermek adalet, dikene su vermekse zulümdür. Adalet bir nimeti yerine koymaktır. Her köke su vermeyi nimet sanma. Felsefenin bana çok faydası oldu, ama ben şimdi ondan birkaç dünya uzaktayım. Ey aşık! Uykudan sıçrayıp kalk, ıstırap çek! Bir tarafta su sesi duyulurken, öte tarafta susuzun uyumasına imkan var mıdır? Acele, birçok işi bozar; dilediğin şeyi yavaş, yavaş fakat sağlam bir şekilde yapmalısın. Unutma ki, Allah insanı yavaş yavaş, tam kırk yılda olgunlaştırır. Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceklerinden niçin şüphe ediyorsun? Tohum toprağa düşse öldü denebilir mi? Mutlak hakikatı aramada tek başına akıl, çamura saplanmış merkep gibidir. Allah merhalesinde akıl beygirine yol yoktur. Allah’ım! Senin ayrılığından daha acı bir şey yoktur. Sana sığınmaktan gayrı haraket, beyhude dönüp dolaşmak ve kördüğüm olmaktan başka bir şey değildir. Herkes kulluktan kölelikten kurtulunca sevinir. Ben ise en büyük saadeti Allah’a kullukta bulurum. Irz ve namustan mahrum olanlar, millet ve vatan hissi taşımazlar; böylelerinden sakınılmalıdır. Bal yiyen arısından gocunmaz. Kötü yılan insanın yalnız canını alır; kötü arkadaşsa insanı cehenneme sürer. Bu dünya tuzaktır; tanesi de arzular! Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır. Biz süt taşıyan memeye benzeriz. Bizi çeken ele göre süt veririz. Gönlünü yıkayıp arıtmamışsan, habire abdest alıp durmaktan fayda bekleme. Herkes bir zaman, hayvani aşk çemberinden geçer. Siz şehvetin adını aşk koymuşsunuz; Eğer öyle olsaydı, eşek, insanların şahı sayılırdı. Balığa denizden başkası azaptır. Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. Başkalarına imrenme; çok kimseler var ki, senin hayatına imreniyorlar Aşkın Şarabını İçince Aşıklar… Sema dönerlerdi Aşkın şarabını içince aşıklar…Ve bir Züleyha hüznüyle yusufu düşlerdi maşuk’unu arayan aşıklar… Yazılmış satırlar yada karalanmış sayfalara anlatılan sevgilin hikayesi.. yada suskunluk vardı onda… içten içe yakan bir derdi vardı. Derdine de dermân bulamıyordu. Bulamazdı. Çünkü derdini hiç kimseye açmıyordu. Derdini söylemeyen ve aramayan dermân bulamazmış ya! O da içten içe eriyip akıyordu. Dışı neşeliydi.Dışı dünyaya bakıyordu.. Ya içi? Ya gönlü? Ya aklı?… Boştu. Bomboş bir kalbe sâhipti. “Sevgili” O’nun içinde değildi. Dışında da değildi. Suskundu. Konuşmuyordu. Hep O’nu anlatmayı, O’nu tanıtmayı ve O’nun ezber ilim haline gelmiş özelliklerini satırlara dökmeye insanlara anlatmayı ise “konuşmak”tan saymıyordu. Ümitsiz, aşksız, kalbi kırık ve gönlü bomboş bir okyanus olmuş deli divane dolanıyordu… O İstiyordu ki… birisi O’na “Sevgili”nin özelliklerini değil, “Sevgili”yi anlatsın. O’nun resmini göstersin. O’nun sesini duyursun. O’nun gözleriyle baksın. O’nun elleriyle tutsun. O’nun ayaklarıyla yürüsün Aşk istiyordu; Ve ölümlülerin ölümsüz yüreklerinden doğan “doğmamış ve ölmeyecek olan aşk”ın buharı gözleri buğulandırarak enfûse ve âfaka yükselip Onunla olmak istiyordu Gökte melekler yeryüzündeki manzaraya bakarak kıskanmalarını istiyordu.Ve bir fısıltı duydu içten içemeleklerden gelen: “Yaratılmamış ve yok olmayacak olan ‘sonsuz aşk’ ezelden ebede kadar yalnız kalacağını anlayınca tam ortadan ikiye ayrılıp en yüksekten en aşağıya düştü. Hilâfeti Âdem ve Havvâ’ya kaptırmıştık şimdi de ‘aşk’ı kanatlarımızın arasından kaçırdık. Eyvâhlar olsun bize!..” Peki ya saki nerede yada şarap testisi her biri kayıp… “Aşk”ın kanatları ve ayakları bir birinden koparılmış bir haldeydi. Geriye sadece “aşk” kaldı. Aşkın adını satırlara yazan bir kalemin gönül kabesinin yıkılışını izlemesi…O’nda başlayıp O’nda bitmek ne kadar da zordu… Sarap testisinin kırılışı aşkı sızdırışı ne kadar da acıtıyordu gönlü…Ve yok oluş başlamıştı gönül taşı eriyordu..Her şey onda gizliydi Onu buluş orda olmaktı… Yaptığı tek sey vardı; Mevlevi serenadlarının arasında kaybolmuş bir garip divanenin yüreğini titreten ney’in hüzünlü sesinde kaybolmak herşeyiydi artık…. Mumun Pervane ile Konuşması… Çok iyi hatırlıyorum. Bir gece uyuyamadım. Gözüme uyku girmedi. Pervanenin, muma şu sözleri söylediğini işittim. Ey sevgilim! Hadi ben aşığım, yansam da yeridir. Peki ya sen neden yanıyor, niçin ağlıyorsun? Ey benim biçare aşığım! Benim yanmama, ağlamama sebep nedir bilir misin? Benim tatlı balım vardı. Beni ondan ayırdılar. Şirin’im haksızlıkla elimden alindi. İste Ferhad gibi tepemden ateş çıkıyor. Gece meclisi aydınlatan ışığıma bakma. İçimi yakan ateşe bak. Mum, hem bu sözleri söylüyor, hem de sararmış yanağından sel gibi gözyaşı dökülüyordu. Mum, sözüne devamla pervaneye dedi ki: Ey pervane! Ey aşk iddiacısı! Aşk, senin için değil. Seninki bir kuru iddiadan ibaret. Sende ne sabır var, ne metanet ve tahammül. Sen azıcık bir ışık ve ateş gördün mü, hemen yanıyorsun. Ben ise tamamıyla yanıncaya kadar dikilip duruyor, dayanıyorum. Aşk ateşi senin yalnız kanadını, benim ise vücudumu, baştan aşağı yakar. Sadi de mum gibidir. Dışı parlaktır, ama içi yanmıştır. Artık gece bitiyor, sabah oluyordu. Peri yüzlü bir hizmetçi gelip mumu söndürdü. Zavallı mum, dumanı tepesinden çıkarken: Aşkın sonu budur işte, dedi ve can verdi. Aşıklığın ne demek olmak istersen anlatayım: Ölmek suretiyle yanmaktan kurtulmak… Sevgilisi eliyle öldürülen aşığın mezarına gidip de ağlama, bilakis sevinerek şöyle de: Ne mutlu ona! Sevgilisinin makbulü olduğu için sevgili onu öldürmüştür. Aşık isen bu dertten kurtulmaya çalışma: yalnız Sadi gibi garazsız, ivazsız aşık ol. Aşık bir fedai demektir. Nasıl ki, bir fedai gayesine varmadıkça emeline erişmedikçe başına taş ve ok yağsa meydandan çekilmezse, aşık da öyledir. Ben sana denize açılma demiyorum. Açılacak olursan tufana bile katlan, diyorum. Gül ile Bülbül gibi, Pervane ile Mum gibi… Pervane, mumun etrafında uzun süre döner ve sonunda kendisini ateşe atar. ● Biri Pervane’ye(gece kelebeği) şöyle der: - “Ey ufacık böcek, minicik kanatlı hayvan! Sen kendine layık birini bul. Öyle bir yol tut ki, başarı umabilesin. Sen kim, Mum sevmek kim?! Ateşin etrafında dolaşma, insan önce kendini bilmeli!.. Yarasaya baksana, güneşten saklanıp gizlendiği için gündüzleri ortalarda görünmüyor, geceleri meydana çıkıyor. Kendisiyle başa çıkamayacağı kişiyle güreşmek, savaşmak cahillik, kendini bilmezliktir!.. Ey Pervane! Kimse sana Mumun uğrunda nahak yere ve boşu boşuna ölüyorsun, iyi ediyorsun demez. Bir dilenci, bir padişah kızını isterse bu saçma bir fikir, manasız bir hareket olur. Bir mecliste, bir Mum yandığı vakit; padişahlar, büyükler yüzlerini ona çevirirler. Hal böyleyken, Mum hiç senin yüzüne bakar mı?! Karşısında o kadar padişahlar varken, büyükler dururken, senin gibi bir müflise iltifat eder mi hiç?! Ben zannetmem. Mum herkese nezaket, fakat sana kızgınlık gösterir. Neden ? Çünkü sen zavallısın, biçaresin…” Yüreği yanık Pervane şu cevabı verdi: - “Mum beni yakarmış, yanarmışım bunun ne önemi var? Gönlümde İbrahim ateşi var. Nemrut onu yakmak istedi. Fakat o ateş, İbrahim’e nasıl bi gülizar oldu ise; Mumun ateşi de bana gülistandır…” {Şirazlı Şeyh Sadi’den…} Demedim Mi? oraya gitme demedim mi sana? seni yalnız ben tanırım demedim mi? demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim? bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi? demedim mi şu görünene razı olma demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl. onu süsleyen bezeyen benim demedim mi? ben bir denizim demedim mi sana. sen bir balıksın demedim mi, demedim mi o kuru yerlere gitme sakın. senin duru denizin benim demedim mi? kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi? demedim mi senin uçmanı sağlayan benim, senin kolun kanadin benim, demedim mi? demedim mi yolunu vururlar senin, demedim mi tövbeni bozarlar senin. oysa senin atesin benim, sicakligin benim demedim mi? onu süsleyen bezeyen benim demedim mi? ben bir denizim demedim mi sana. sen bir balıksın demedim mi, demedim mi o kuru yerlere gitme sakin. senin duru denizin benim demedim mi? * kuşlar gibi tuzaga gitme demedim mi? demedim mi senin uçmanı sağlayan benim, senin kolun kanadın benim, demedim mi? demedim mi yolunu vururlar senin, demedim mi tövbeni bozarlar senin. oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi? Hz.Mevlana “GÖNÜL” ol!… Hz. Mevlana “Mesnevi”sinde şöyle diyor: “Müminlerin müminliklerinin belirtisi, gönüllerinin kırıklığı ve mağlubiyettir, alt oluştur. Fakat müminlerin alt oluşlarında bile bir güzellik vardır. Sen miski ve anberi (güzel kokular) kıracak olursan, dünyayı onların güzel kokuları ile doldurmuş olursun.” Mağlubiyetimi zaferlerin en güzeli belledim. Bildim ki, lginin getirdiği acı, kalbimi saran katılıkları kıracak ve onun içindeki gönül ortaya çıkacaktır. (Gönül, sevgiyi içinde taşıyan kalp demektir.) Ne güzel, bir gönüle sahip olmanın mutluluğunu yaşayacağım. Yenilgime bakıp bana acıyanlar, bilmiyorlar ki, asıl acınması gereken kendileridir. Kokuların en güzeli gönül kokusudur; çünkü o koku, Rabbin kokusudur. O kokuyu mükellef sofralarda, son model araçlarda, villalarda, yalılarda bulamazsınız. O koku, kırık gönüllerde, mağlup ruhlarda bulunur. O kokunun izini sürmek için nice canlar düştü yollara. Kimileri çölleri mekan edindi, kimileri de dağları, ovaları. O koku, kimi zaman bir çöl rüzgarına binerek geldi, kimi de mağaralardan fışkırdı vadilere. O kokuyu duyanlardan bazıları, misk geyiği gibi, kendini uçurumdan aşağı bıraktı. Yıllar yılı mağaralarda alnı secdelere çakıldı, kimilerinin de. Evime geliyorum, belki duyarım o kokuyu diye. Evinin bir köşesinde o kokudan bir kitle bulunuyorsa, ne mutlu sana. “Mutluluk” diyordun, işte mutluluğun sırrı bu kokudur. Bu koku diriltici kokudur; bu koku, var edici kokudur. Kır kibir bardağını, çal yere umutsuzluk testini. Katran yürekli insanlardan uzak dur. Yenilgini önemse. Göreceksin ki, gönül miskin çevreyi tutacak, nice canlar o kokuyla dirilecek. Oysa, kokularımız diriltici değil, bilakis öldürücü. “Zafer”imizi kutlamak için bize yanaşanlar, zift dolu yürekliğimizin iğrenç kokularına maruz kalıyorlar. Mağlubiyetimize yanaşan yok. Dost, mağlubiyetin doğurduğu çocuktur. Düştüğün zaman kalbine eğil, orda dostun kokusunu duyacaksın.. Ey varlık hapsinde, etrafını altınlarla, gümüşlerle donatmaya çalışan kalp. Sonra sen nasıl kırılacak ve “gönül” olacaksın. Kimi zirveye tırmanınca mutlu olur, kimi de kuyuya düşünce. Nemrut, “tanrı”yı vurmak için göklere yükselmiş ve “ululuğunu” ilan etmişti. Yusuf ise kuyuda ermişti sonsuzluğun sırrına. Nemrut, bir topal sineğe rezil olmuştu, Yusuf ise Mısır’a sultan. Biri, kırılmayan, taş kalbe k düşmüştü; öbürü kırık kalbinin derinliklerinde manalar devşirmişti. Birinin kokusu “Nemrut” diye kokuyordu, diğerinin kokusunu sabah rüzgarı, “Yusuf Yusuf” diye bütün aleme dağıtıyordu. Ey gönül, sen hiç kuyuya düşmemişsen, sana “Yusuf” nasıl diyeyim? Ey gönül, sen hiç secdede miraca vasıl olmamışsan, sana Ahmed’in kokusu nasıl ulaşsın? Ey gönül, sana sıra sıra çarmıhlar dizilmemişse, İsa nefesinin diriltici kokusunu doya doya içine çekebilir misin? Ey gönül, başın yere düşmemişse, Hüseyni zaferler seni nasıl selamlasın? Ey gönül, senden önceki kırık gönüllerin şifresini çözememişsen, cennet kokularını nasıl duyarsın? Ey gönül, sana deli desinler, divane, mecnun desinler; sana mağlup desinler, lginin zillet içindeki çocuğu desinler. Fakat ey gönül, sana, zaferin sarhoşu demesinler. Sana, “kalbini kıramadı” demesinler. Ey gönül, haydi lgini mübarek kıl. Kır kalbini ve “gönül” ol. Kokular devşir cennetten; hatta daha ötelerden. Ey gönül, “GÖNÜL” ol!… Yedi Meclis’ten “Sen canımın içindesin, canımsa senden habersiz. Dünya seninle dolu, dünya senden habersiz. Gönlüm, canım nasıl bulsun seni? Çünkü sen . . . Tümüyle gönüldesin, gönülse senden habersiz. Senin izin hayalde,hayalin senden nasibi yok. Senin adın dildedir, dilse senden habersiz. İnsanların senden haberi isimledir, izledir. İsme, ize karşılık, hepsi senden habersiz. Künhünün denizinde inci arayanlar, yakin ve zan vadisinde senden habersiz. Seni nasıl şerh edip anlatayım? Çünkü sonsuza dek . . . şerh senden âcizdir, anlatım senden habersiz. Cebrail kanadından sinek nasıl habersizse . . . senden haber veren de senden öyle habersiz.” MEVLANA CELÂLEDDİN-İ RUMİ İnsanlık Üniversitesi Hz. Mevlana’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeri benliğinde toplayan bir birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir. Bir rubaisinde şöyle seslenir: “Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil.” Hz. Mevlana varlığın özü, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır. Hz. Mevlana şöyle seslenir: “Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir?” Yüce Hüdavendigar “Mümin müminin aynasıdır” hadisini açıklarken şöyle konuşur: “Tanrı’nın adlarından biri de el-mümin’dir. İman eden kula da mümin denir. Mümin müminin aynasıdır demek, Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir.” O halde Hakk’ı insanda görmek gerekir. Bunu yapmayan, görmesini bilmiyor demektir. Yine Mevlana şöyle seslenir: “Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da sen olur.” “Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.” İnsanın bu şerefi bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür. İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve ıstırabıdır. Mevlana’nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir. İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır. Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir. “Tanrı, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne Kabe olur.” Mevlana yine bir beytinde: “Bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. Her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; O da senden ibaret.” İnsan geçirdiği bu kadar maceraya rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir. Kendisini kuşatan dünyanın nice tufanına tanık olmasına rağmen kendi içinde sakladığı tufanların henüz idrakine varamamıştır. “Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.” “İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı, insan Hızır hikâyelerini de tamamen anlar. O eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.” Ve yine şöyle seslenir yüce Mevlana: “Sen ya Tanrı nurusun ya da Tanrısın; onun mazharısın. Şu dönen göğü Tanrı’ya layık görme, yıldızlarla ayda irade, bir özgürlük var sanma. Güneşlerin güneşi sensin. Şu gök kubbede dönüp duran güneş başı bağlı bir topal eşek gibidir.” Din, dil, ırk ayırmayan, her şeyi ve herkesi Tanrı’nın bir parçası olarak gören yüce Mevlana’nın kadını bu düşüncenin dışında tutmadığını anlatmaya herhalde gerek yoktur. Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre Tanrı katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi âlemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır. Hz. Mevlana aşkla, müzikle, sema ve şiirle beslenip gelişen bu dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş, her konuda olduğu gibi bu konuda da çağın ötesinde düşünmüş ve uygulamıştır. Kadını hayatın diğer parçaları gibi, belki de daha fazla önemsemiştir. Onları hayatın içine çekmeye çalışmış ve devrin şartlarına aldırmadan, hiç çekinmeden insanlığın kadınla birlikte var olduğu mesajını tüm âleme vermiştir. Mesnevisinde, “Kadın bir Nur’dur sevgili değil, kadın yaratıcıdır yaratılmış değil…” sözleriyle kadına bakışını çok net olarak tanımlayan Hz. Mevlana, onu “yaratan kudret” mertebesine çıkarmış ve yaratıcılığın simgesi olarak göstermiştir. O her şeyden önce, kadının kapanmasının ve örtülmesinin aleyhindeydi. “Fi-hi Mafih” adlı eserindeki bir fasılda, karısını örten kapatıp kimseye göstermeyen erkeği ‘koltuğunun altına bir somun ekmeği saklamaya çalışan insan’a benzeterek kınamıştır. Gizlenmenin ve örtünmenin karşısındaki insanın daha çok merakını arttıracağını ve görme duygusunu kamçılayacağını belirten Mevlana bunun sadece kötülüğü arttıracağını ifade etmiştir. Kadının veya erkeğin değil, insanın iyisi ve zararlısı olduğunu söyleyen Mevlana, bu görüşlerini hayatında da uygulamıştır. O’nun bir çok kadın müritleri vardı ve onların davetlerine hep uyar, aralarına katılır onlarla şiirler okur ve onlarla sema derdi. Hz. Mevlana’yı seven kadınlar onun başına güller serperdi. Hz. Mevlana tek kadınla yaşamış, cariye ve köle kullanmamıştır. Oğlu Sultan Veled‘e yazdığı bir mektupta zevcesini hoş tutmasını, ona saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını belirtmiştir. Hz. Mevlana öyle bir potadır ki oraya atılan her madde, orada yeteneğine göre en uygun gelişimini bulmuştur. Oraya düşen her zerre güneşlere ışık salan bir hal almış, padişahlara buyruk yürütmüş, tahtsız taçsız gönüller hakanı sayılmış, ya da yokluğa karışmış, addan sandan geçmiş, insanlığa bir iksir olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir arayış gücü vermiştir. En güzel görüş Mevlana’nın nazarıyla beslenmiş, gelişmiş, en tatlı ses Mevlana’nın konservatuarında ahenkleşmiş, beste olmuş, en gerçek bilgi Mevlana enstitüsünde metodlaşmış, şaheser vermiş, en insani duygu Mevlana hareminde olgunlaşmış, kudret haline gelmiştir. Mevlana, kendisine gönül verenleri hem kendi asıllarına kavuşturan, hem içinde bulunduğu çağa göre, topluma göre en yararlı olacak şekilde yetiştiren bir “İnsanlık üniversitesidir”. Ney’i nasıl dinlemeli DİNLE Çünkü; dinlemek, dokunmaktan, tatmaktan, koklamaktan hatta görmekten daha önemli ve daha önceliklidir. Beş duyun ile elde ettiğin bilgilerin hepsinin doğruluğundan emin olamazsın. Algıladıklarını bilgi düzeyine yükseltebilmen için ayrıca çaba harcamak zorundasın. Bu çabanın en azı ve en verimlisi dinleyerek algıladıkların için olacaktır. Göz’ün kapağı vardır, kapanabilir; görevini yapabilmek için ışığa muhtaçtır. Ayrıca hem yön’le hem de açıyla sınırlıdır. Gözün algılayabileceği varlıklar da sınırlıdır. Sadece somut varlıkları, o da gerekli şartlar mevcutsa görebilirsin. Işık yoksa, karanlıktaysan göremezsin. Ama duyabileceklerinde böyle sınırlar yoktur. Somut varlıklardan soyut varlıklara, bu âlemden, ledûnne, ahirete, melekûta, ilhama, işraka, hisse ve akla dair her türlü hadisenin, vakıanın, mefhum ve mânâ’nın bilgisine, bütün bunların ve en önemlisi ‘kendi’nin gerçeğine ancak dinleyerek ulaşabilirsin. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri dinleyenleri muhatab almıştır. Vahye mazhar olanların hepsi “dinleme” hassasına sahip olanlardandır. Duymak, işitmek yetmez; dinle. Öyle dinle ki, ses ve söz önce bilgi’ye sonra hikmet’e dönüşsün. Koyun kaval dinler gibi değil, ağaç topraktan, yaprak yağmurdan suyu çeker gibi dinle. Kulağın kapağı yok, açman gerekmez; aklını aç, kalbini aç, insafını aç ki dinlemiş olasın(ALINTI)
|